Aynen öyle...Farklı bir ilk''ti o ''ilk'' benim hayatımda! Eylül aynın o pastırma sıcağında anam  ile köyden yola çıkmıştık ve o Sarıilçe'ye doğru gidiyorduk. Bu yolculuk benim için bilinmeyen bir dere tepe okyanusunda yüzmeye benziyordu.

            Henüz ilçe bile görmemiş bir çocuk olarak köyden yola çıkmıştık ve çok merak ettiğim o ''kutsal ilçe''ye doğru yol almaktaydım. Divik Yaylası'nı geçince yorulduğumu anlamış olacak ki anam elimi ve bedenimi farklı bir tarafa yönlendiriyor. Kayalıkların arasındaki o gözenini başında oturuyoruz ve kete yemeye başlıyoruz. Susadığımda oradan bir nilüfer koparıyorum ve onu bir pipet gibi kullanarak su içiyorum. Biraz sonra tekrar yola koyuluyoruz ve o yokuşu çıktıktan sonra o tepeye varıyoruz.

            İşte karşımda çocuklu hayallerimi süsleyen o ilçe...Sarıilçe... Buraya ilkokula kaydolmaya gidiyoruz. Köydeki birleştirilmiş sınıf yerine ilçede her sınıfın bir öğretmeninin olduğu söylenmişti ve geleceğe daha donanımlı hazırlanacağım düşünülüyordu. Dediğim gibi çocukluğumun ''kutsal ve hayallerdeki ilçesi''ydi burası...İlk defa bir şehir görüyordum. Tepeden gözlerim ufku taramakta...Duymakta olduğum bir müzik rüzgarı duygularımı harekete geçiriyor... Sadece davul ve zurna sesi duymuş bir çocuk için bu farklı bir müzik türüydü. Anama soruyorum o an...''Bak şu ormanın içinde askeriye var. Bu da askeri bandonun sesi'' diyor. Bando kelimesini de ilk defa duymuş oluyorum, ama olsun bu müzik coşturan bir müzik...

            Bir taşın üzerine oturuyoruz ve müziğin o sihirli dokunuşları beynimde halay çekiyor adeta.. Bir yandan da otomobillerin sesini dinliyorum... Hani şair diyor ya...''İstanbulu'u dinliyorum gözlerim kapalı!'' Benim duygularım da o romantizmi çağrıştırıyor. Çukurda bir ilçe...Arkada ormanlık alan... Benim o küçük dünyam için burası büyük bir şehir... Evet, ben buraya ilkokula kaydolmaya gelmişim... Benim gibilerde özgüven kısmen zayıf olr, ama ben çıtayı yüksek tutyorum o an... İçimden de şöyle diyorum: ''Sınıfta herkesi geçmeliyim! Farkı kapatmalıyım!'' Zira yarışa bir adım geriden başladığımızı inkar etmeye gerek var mı!

            O tepeyi iniyoruz ve tozlu bir şoseye varıyoruz. Burasının şehirlerarası bir yol olduğu anlaşılıyor. Buradan Karlışehir'e gidiyor arabalar. Hayatımda hiç görmediğim kadar çok sayıda ve farklı tipte arabalar görüyorum o gün...Yürüyoruz ve demiryolunun kenarındaki bir taş binadan içeri giriyoruz. Girmeden önce de tiz bir ses duyuyorum ve başımı kaldırdığımda raylar üzerinde hareket eden bir dizi ve uzun bir ulaşım aracı görüyorum. Anam bunun tren olduğunu söylediğinde ilk defa gördüğüm bu vagonlar zincirini biraz daha seyrediyorum. Merak bu ya! Tren dedikleri o vagonlar zinciri biraz ilerideki bir taş binanın önünde duruyor ve içinden insanlar çıkıyor. Durduğu yer de gar binasıymış meğer!

            Yılda bir defa askeri tatbikat için gelen cip ve cemselerden başka araba görmemiş bir çocuk olarak ben hem çeşitli arabalar görmüştüm, hem de tren... Trenin en önündeki vagondan çıkan gri siyah duman gökyüzünde haleler çizerek yükselirken şaşırmıştım. Sonradan öğrenecektim ki bu kömürle işleyen bir trenmiş meğer... Neyse... Okula girerken levhayı okuyorum: ''Halitpaşa İlkokulu.'' Nasıl okuduğumu merak etmiş olabilirsiniz. Hani şöyle bir soru akla gelebilir: ''Hem okula kayıt için gittiğini söylüyor, hem de levhayı okuduğunu söylüyor!'' Evet, daha okula gitmeden evde okumayı öğrenmiştim de...Bunu bir öğünç vesilesi olarak söylediğim sanılmasın...Her neyse, koridorda karşıdan gelen siyah elbiseli bir teyze karşılıyor bizi... Müdürün odasını soruyoruz. Kendisini tanıtıyor: ''Adım İzzet, ama çocuklar bana İzzet Ana derler. Okulda çalışıyorum, kayıt için mi getirdiniz çocuğu'' diye soruyor. Anam ''evet'' dediğinde İzzet teyze yüzünü ekşitiyor. ''Okul açılalı bir hafta oldu, neden geç kaldınız? Bakalım müdür bey kabul edecek mi?'' O sırada korkuyorum ve terliyorum. Müdürün odasına kadar bizimle geliyor İzzet teyze... Kapıyı çalıyor ve bizi müdüre tanıtıyor. ''Müdür bey köyden bir çocuğu kayıt için getirmişler!'' Bakıyorum müdür saçları dökülmüş ve de güleryüzlü bir insan.... Koltuğundan kalkıyor ve oturmamız için yer gösteriyor. Birazcık rahatlıyorum o an. Zile basıyor ve ilgili memuru çağırıyor.... ''Evladım sınıflarda boş bir kontenjan var mı'' diye soruyor. Memur, ''Kemal Beyde var'' dediğinde rahatlıyorum. ''O zaman Kemal Beyi çağır bana'' diyor. Biraz sonra Kemal Bey geliyor. Müdür bey gerekeni söylüyor. Babacan bir insan olduğu anlaşılan öğretmen Kemal Bey yanıma yaklaşıp başımı okşadığında mutlu oluyorum haliyle... Anama hitaben ''rahat olun, sınıfıma alacağım'' diyor.

Kaydoluyorum, ama nüfus cüzdanını getirmemişiz...''Kısa zamanda getirin'' diyorlar ve ben okullu oluyorum. O sırada kapı çalınıyor ve içeriye bir çocukla bir subay giriyor. Müdür hemen yerinden kalkıyor ve ceketinin düğmelerini ilikliyor ve ''hoşgeldiniz albayım'' diyor. Bakıyorum ki omuzları hayli kalabalık birisi.. Çocuğun ayaklarında kundura ayakkabı olduğunu görüyorum. Giyimine kuşamına baktığımda farklı bir dünyanın insanı gibi algılıyorum onu...''Çocuğunuz bize emanet albayım, Kemal Bey'in öğrencisi... Rahat olun'' diyor müdür. O anda başlayan ve hafızalarımıza kazınan bir terim oluyor ''subay çocuğu'' kavramı... Evet, o bir subay çocuğuydu...

            Artık Sarıilçe'li olmuştum. İlçenin merkezine vardığımızda zeminin parke taşları ile kaplı olduğunu görüyorum ve buradaki insanların talihine gıpta ediyorum adeta. İçimden ''ne güzel, yerler çamurlu değil'' diyorum. Sanki saadetler ülkesi burası... Meydanın merkezinde asker var, ama ayakkabıları beyaz ve başında da miğfer denilen beyaz bir metalik şapka göze çarpıyor. Bu bir askeri inzibat ve gelip geçen arabalara iki eli ile yol gösteriyor.

            O sırada bir satıcının bağırışı ile başımı kaldırıyorum. Bir tabureye oturmuş ve elindeki kaşığa benzer metal ile önündeki kovaya vurup bağırıyor... Sağ eli ile de ağzını sağdan kavrayıp bağırıyor: ''Hararet söndüren, dişleri donduran, otuz iki dişe kemençe vuran gazoz!'' Ne yalan söyleyeyim, gazozun ne olduğunu merak etmekteyim... Satıcı elini buz dolu kovaya daldırıyor ve ve bir şişe çıkarıyor. Sonra elindeki o metalik aletle kapağı kavrıyor ve bir pat sesi ile kapağı açıyor. Şişeden o sırada buğu tarzında bir duman çıkıyor ve şişeyi müşteriye uzatıyor. Bu bir gazozdu. Şimdiye kadar içtiğim sıvıları hatırlıyorum o an... Karşı gözenin suyu, çay, ayran ve süt...Bir beşinci içecekler tanışıyorum: Gazoz...Ben de içiyorum yirmibeş kuruşa bir gazoz...