Kentimizde yazlar sıcak olur. Hele birde ramazan ayı yaza denk gelmişse; meyan şerbeti olmadan sofraya oturulmaz. Bazı aileler geçmişlerinin ruhuna hayır için bu şerbeti sebil yaptırır. Şerbetçi hayır sahibinin işaret ettiği sokakları dolaşarak “sebil haaaa” diye dolaşır. Çocuklar ellerindeki kapla şerbetçinin etrafını sarar. Sırtta taşınan ve sağ altta musluk düzeni olan şerbet kabına, biz yöre insanları ‘tuluk’ deriz ama dışardan gelenlerin ‘güyüm’ dediği de olur.

1950’li yıllar, her evde elektrik yok, buzdolabı pek bilinen bir eşya değil. Belki zengin mahallesinde bir iki evde vardı ama o yıllarda kısa süreli gıda koruma aracı ‘tel dolaplardı.’ Yine birçok varsıl ve orta halli aileler evlerinde gıdaların korunması için evin altına kazılmış serin mağaraları veya hayattaki su kuyusundaki kovukları ‘cepleri’ kullanılırdı.

                Yazları soğuk içecekler için; kış dönemi yağan karları uygun mağaralara, dağ yamaçlarındaki çukurlara depolayan insanlar olurdu. Yoğun kar yağışının ardından ‘kar basmaya’ giden bu insanlar, bunaltıcı yaz sıcağında kar bastıkları yere gider, eşeklerinin sırtındaki çul heybeye doldurarak “dağdan kar geldi, kaaar” diye çarşı ve sokaklarda kar satarlardı.

                Yine çok sıcak bir akşamüstü babam işten geldiğinde anama: “Belediye mezbahada buz yapıp satmaya başlamış, hele sen bize bir kap ver de gidip bir bakalım,” deyip benim elimden tuttu, birlikte mezbahaya doğru yürümeye başladık.

                En fazla altı yaşında olmalıyım. Yazıcıktan mezarlık yolu üstündeki ataş değirmenini geçtik, sonra Karaakar köprüsünü geçtik. Daha ötesini hiç bilmem, geçmediğim yerler. Babamın elini sıkıca tutuyorum. Etrafta ev mev yok. Bağların, tarlaların aralarından geçiyoruz…

                Ekili olmayan alanlar hep kırmızı toprak… Babam: “Bak bu geçtiğimiz yolları unutma, iyi belle” diye beni tembihliyor. Biraz daha yürüyünce çok kötü kokular gelmeye başladı ve sürü halinde kap kara ve çok kocaman kuşlar, parçalanmış hayvan atıklarını yiyor, pis koku da oradan geliyordu. Çok ürkmüş, çok korkmuş, babamın eline adeta yapışmıştım. Babam: “Bunlar akbaba, çok büyük kuşlar ama insanlara zarar vermezler, sen de korkma,” dedi.

                Benim boyum olsa olsa seksen doksan santim olmalıydı. Akbabaların boyu benden daha uzun, havalandıklarında her bir kanadı benim iki boyum kadar, belki daha bile uzundu. Çok büyük, çok cüsseli hayvanlardı.

                Atıkları yiyen gruptakiler oynar gibi arada bir sekseler de dinlenmekte olan büyük grupta pek hareket toktu. Çocuk gözümde, bu akbaba sürüsü benim gibi bir çocuğu çok rahat kapıp kaçırabilirdi. Ama babam ‘bunlar insana zarar vermez diyordu.

                Mezbahanın Tabakhane tarafına bakan duvarında küçük bir pencere açılmış, kadınlı erkekli insanlar, çocuklar sıraya girmişti. Sıra kuyruğu epeyce uzundu. Biz de sıraya girdik. Arada bir içerideki görevlinin sert sesini duyuyorduk “daha fazla veremem, arkadaki kuyruğu hesaba katmalıyım” diye, buzun çok fazla olmadığını anlatmaya çalışıyordu.

                Sıramız geldi, iki parça buzu anamın verdiği kaba koyduk. Sonra babam kabı yağlığına sarıp, bana: ”Hele sen şunu tut da ben parasını vereyim” deyip cebinden çıkardığı bozuk otuz kuruşu görevliye verdi.

                Geldiğimiz yoldan eve dönerken babam: “Bak bu yolları iyi belle. Bundan sonra buz almaya sen geleceksin, buz parasını da cebinden düşürüp kaybetmeyeceksin,” diye beni sıkı sıkı tembihliyordu.

                Anam: “Yağlığa sarmanız iyi olmuş, buz pek erimemiş” deyip büyücek bir parçayı şerbet kabının içine koyup iyice karıştırdı. Buzlu ve soğuk meyan şerbetinin tadı çok güzel olmuştu.

                Çok sık olmasa da ara sıra ve korka korka buz almaya gittiğim oluyordu. Bir keresinde mezbaha çalışanı el arabasıyla hayvan atıklarını dökmeye geliyordu. Bunu hemen fark eden akbabalarda müthiş bir hareketlenme sonucu oluşan toz bulutunun ortasında kalmıştım. Çok, ama çok korkmuştum. Erken geldiğim için henüz buz penceresi de açılmamış, sıra oluşmamıştı. Oluşacak sıranın en başında ben olacaktım, ama akbabaları da merak ediyordum.

                Sırada durmak yerine, dönüp binanın arka tarafındaki akbabaları seyretmeye başladım. Atıklardan büyücek bir parçayı sürükleyerek çeken iki üç akbaba, taşıdıkları atığın çevresinde ayrı bir grup oluşturuyor, kavgasız, çekişmesiz atığı yiyorlardı.

                Akbabaları seyre dalıp gitmişim, ‘bu kadar kocaman hayvanlar neden hiç kavga etmiyor’ diye düşünürken zamanın nasıl akıp gittiğini fark etmemişim. Bir de baktım gün batmak üzere, koşarak buz penceresinin önüne geldiğimde buz satışı bitmiş, pencere kapanmıştı. Ağlamaya başladım, pencerenin tahtasına vurup “buz almak istiyorum” diye bağırıyordum. Ne kadar ağlasam, bağırsam da pencere açılmadı. Eve vardığımda Hasan Ali Hoca minarede akşam ezanını okuyordu.

                Geciktiğim için anam merak edip, telaşlanmış, neyse ki henüz babam gelmemişti. Olayı anama yalansız anlattım. Anam başımı okşayıp “yarın gider alırsın” dedi. O akşam meyan şerbeti de içilmedi.

                Aradan çok uzun yıllar geçti. O mezbaha kapatıldı, binası yıkılmadı. Şimdilerde kültür ve sergi amaçlı kullanılıyor. Hayvan atıklarının atıldığı bölge evlerle dolmuş… Akbabalar nerelere gitti acep?..

                Hep merak etmişimdir; o kadar büyük cüsseli ve görünüşleri ürkütücü olan bu hayvanlar kendi aralarında neden hiç kavga etmez ve yine insana ve hatta diğer hayvanlara neden saldırmazlar?..

                Merak bu ya; araştırınca bu hayvanların leşleri ve hayvansal atıkları yiyerek insanlar için salgın tehdidi oluşturan kirliliği ortadan kaldırdığını, insanlar için de faydalı olduklarını hayretle öğrenmiş oldum.