Adetimdir, yurtdışı gezilerinde rehberimize aklıma takılan soruları sorarım ve aldığım cevapları beynime yazmasam da yanımda taşıdığım küçük notdefterime yazarım. O akşam da grup halinde otelden ayrılmıştık ve restorana gidiyorduk. Hani hep derim ya herkesin hayata ve olaylara baktığı bir penceresi vardır, hayatı oradan yorumlar. O söz de gerçektir, ama bir yere kadar elbette...''Herkesin geçtiği köprüden sen de geç!'' Elbette ırmak üzerindeyse o köprü, elbisemle yüzerek geçecek değilim ya...

            Bir parktan geçerken rehber ağaçları tanıtıyordu...''Gördüğünüz şu ağaç at kestanesi, bunu Deli Petro'nun eşi Katerina diktirmiş. Aslında Katerina Eston ırkından birisiymiş. Deli Petro da Tallinn'i çok severmiş ve sık sık gelirlermiş Tallinn'e!''

            Birkaç gündür buradayım ve geniş caddeleri çevreleyen bitişik nizamdaki devasa apartmanlar dikkatimi çekmekteydi, ama estetik yönünden pek de iyi olmadıklarını görüyordum. Hazır sırası gelmişken Riga'lı Rehber Can'a sorayım diyordum...''Can, sanırım bu apartmanlar Sovyetler zamanından kalma! Biraz bahseder misiniz!''

            Tebessüm ediyordu...''Evet, bitişik nizamda yapılmış bir nevi lojmanlar bunlar. İnsanları iskan etmek için yapılmış Sovyetler zamanında. Her biri 35 metrekare alan kaplıyor, ama hiçbir lüksü yok. Ben de 17 senedir Riga'dayım. Biliyorsunuz eşim Leton asıllı...Evlendiğimizde mecburiyetten bu evlerden birinde birkaç sene yaşamaya çalıştık. İnan o kadar dar ki insanın ruhu sıkılıyor. Mutfak o kadar küçük ki iki kişi yan yana durmakta zorlanıyor. Durumumuz düzelince geniş bir daireye taşındık. Şunu söyleyeyim, insanlar sadece hayatını idame ettirsin, sokakta kalmasın diye yapılmış diyebilirim!''

            ''Evet'' diyorum, ''Bükreş'te, Sivastopol'de ve Moskova'nın girişinde de görmüştüm ve dikkatimi çekmişti!''

            ''Old City'de Olde Hansa diye bilinen bir ortaçay restoranına gidiyoruz'' diyer. Ve kırmızı ışıkta durunca bizimle beraber bekleyen beyaz bir el arabasımsı cihaz dikkatimizi çekiyor. Bildiğimiz bir sandık gibi... Herkes merakla o arabaya bakarken Can izah etme gereği duyuyor...''Bu gördüğünüz düzenek bir robot. Evlere eczaneden ilaç götürüyor.. Burada bu sistem yaygın!'' Ve yeşil ışık yanınca  o da bir insan gibi geçip gidiyor yaya geçidinden . Bu arada herkes telefonuna sarılıp o robotun resmini çekiyor. Ben hiç geri kalır mıyım...

            ''Salık sistemiEstonya'da pek de iyi sayılaz. En büyük hastaneler Tallinn'de ve genellikle buraya gelir hastalar. Bir hekim 4 bin avro alıyor,uzmanlığı ilerledikçe 8 bin avroya kadar çıkabiliyor bu rakam'' diyor Can....Caddede ilerlerken bir levha dikkatimden kaçmıyor. Kocaman bir döner resmi...Altında da şu ibareler: ''Kebab House.Turgi ja Kreeka köök.'' İleride bir levha daha...''Viru Kebab.''

            Ve Old Hansa'ya varıyoruz. ''Üçüncü katta oturacağız'' diyor rehber. Loş ışıklı mekanda tahta merdivenleri adımlıyoruz, ama 3. kata geldiğimizde kafile yavaşlıyor. Sıra bana gelince o da ne! Başında takke gibi bir şey, alt tarafı entarili, önünde kirli bir peştemalı olan bir garson görüyorum. Ve elinde bir ibrik, önünde de bildiğimiz bir leğen.... Ellerimi işaret ediyor. Evet, ellerimi uzatıyorum ve ibrikten su döküyor ve ellerim zoraki yıkatılıyor. Ve havluyu uzatıyor, ellerimi siliyorum.Doğruca loş ortamdaki masaya oturuyorum, ama bir tarafa çarpmamak için de azami gayret gösteriyorum. Zira burası çatı katı, masalarada büyük mumlar yanmakta...Üstten ağaç tavan aralarından biraz ışık sızıyor. Yani elekttrik ampülleri yok, mumlarla aydınlatılıyor. Aynen davar komu...Abartmıyorum...Biraz sonra iki genç kız ve bir de erkekrten oluşan saz ekibi yöresel çalgıları ile masamızda görünüyorlar. Herkes oturduktan sonra bitişik nizamdaki masaların  ucuna garson geliyor ve rehbere birşeyler söylüyor. Rehberin hitabı ile gözler bir noktayı tarıyor...''Yaşca en kıdemlinizi buraya rica ediyorum. Burada adetmiş, verilen ilk yiyeceği o kişi tadıp beğendiğini ifade ettikten sonra yemek servisi başlıyormuş. Yani bir ortaçağ adeti!''

            Bir meslektaşımız bu kutsal(!) görevi icra ediyor ve servis de başlıyor. Çini tabaklar içindeki yiyecekler bağıran garsonlar tarafından masalara koyuluyor ve herkes o taastan tabağına alıyor. Ama tabaktakini görmek ne mümkün, ancak cep telefonunun ışığını yakarak tabaktaki nevaleyi görebiliyorsunuz. Yanımdaki meslektaşıma fısıldıyorum: ''Biraz sonra garson gelip cep telefonu ışığına müdahale erderse şaşırmam. Der ki orta çağda cep telefonunun işi ne!'' Bir geyik etiymiş. Biraz sonra bir yemek daha geliyor. Arpa haşlaması ve biraz sonra dil kızartması...Haşıla benzer yiyecekler kervanı...Vesaire...Ye yiyebilirsen! 'İşte şimdi tadın azabı!' Ekmekler ise siyah çavdardan. Tam bir orta çağ menüsü anlayacağınız...Birisi kulağıma fısıldıyor...''Ayı eti de varmış bu orta çağ restoranında!''

            Bir saat kadar oturduktan sonra şöyle bir çıkıp gün yüzü göreyim diyorum ve karanlık koridorda yürümeye çalışarak bir ışığa doğru gidiyorum. O da ne? Meğer mutfağa girmişim. Bir bayan garson gülerek bana yaklaşıyor...Kovanda bir yabancı arıyım adeta...Veya yolunu şaşırmış bir ördek de diyebilirsiniz... ''No, no kitchen'' diyor. Beni de bir gülme krizi tutmasın mı! 'Please exit''dediğimde koridorun öteki ucunu gösteriyor. Ve o izbe orta çağ restoranından tahliye oluyorum kafileyi beklemiyorum ve gecenin o saatinde yürüyerek otele varıyorum.

            Yolda şöyle demeden edemiyorum: ''Orta çağ restoranı sizin olsun, bana cağ kebap yeter!''