Sormayalı on gün kadar olmuştu. O akşam bir sorayım diyordum...''Raşit'' diyordum, ''yatırdığımızdan beri bir daha uğrayamadım, Hakkı abi nasıl oldu?''

            Bir an durakladı, yutkunduğu belli oluyordu...Biraz sonra titreyen sesiyle cevap veriyordu:

''Abi babamı bir hafta önce kaybettik!'' Böyle bir cevabı beklemiyor değildim, ama tahmin ettiğim süreden daha erken vefat etmesi de benim için de bir sürpriz sayılabilirdi...Böyle vefat haberlerini alırken insan gayriihtiyari şöyle der ya...''Yaa! Demek öyle, başın sağolsun canım!'' Ben de öyle diyordum. Üç ay önce Hakkı abiyi oğlu Raşit muayene için bana getirmişti. Karın ağrısı ve iştahsızlık şikayetleri ile başvuruyordu...''Haa'' diyordu, ''bir de habire kilo kaybediyorum!'' Muayene edip tüm batın tomografisine gönderiyordum. İki gün sonra sonuç elime geldiğinde tahmin ettiğim o malign hastalık teşhisini kendilerine nasıl anlatacağımın hesabını yapıyordum. Tomografi raporunun sağına soluna bakarken bir yandan da adeta beyin cimnastiği yapmaktaydım. Zira Hakkı abiye bunu söyleyemezdim, kendisini yirmi beş senedir tanıyordum. Duygusal, merhametli, naif bir kişiliğe sahip olan insana damdan düşer gibi ''sende falan kanser var'' diyebilirmiydim hiç! Raşit anlamıştı, göz göze geliyorduk... ''Raşit'' diyordum, ''Hakkı abi sıkıldı, çıkıp bahçede bir hava alsın, sen kal!'' Ama Hakkı abi çıkarken şöyle yandan bakarak adeta acı bir tebessümle ''Anladım, kötü bir hastalık var, bana demiyorsun, kader'' diyerek çıkıyordu...Böyle anlarda elbette ''pembe yalan'' söyleyerek o insanda panik uyandırmamanız gerekir.

            Ve Raşit ile göz göze geliyorduk. ''Raşit'' diyordum, ''Hakkı abide pankreas kanseri var!'' Ayağa kalkıyordu...''Abi derecesi nedir? İlerlemiş mi yani? Zaten babamı dışarı çıkarışından anlamıştım. İyi ettin yüzüne söylememekle! Yıkılırdı inan!''

            Arkama yaslanıyordum, herşeyi söylemem gerekiyordu...''Karaciğerde ileri derecede metastazı var! Diğer birkaç organda da metastazdan bahsediliyor! Yani geç kalınmış bir vaka!''

            Derin bir nefes alıp iki elini birleştirerek öne doğru eğiliyordu...''Peki abi nereye götürelim? Biliyorum senin branşın değil. Sen bizi yönlendir!''

            Elbette ateş düştüğü yeri yakacaktı. Böyle ümitsiz ve de hazin sonu belli ve de yakın olan vakalarda gerçekçi olmak gerektiğini aklımdan hiç çıkarmam. ''Bak Raşit'' diyordum, ''bir yere götürme diyeceğim, ama sen vicdanını rahatlatmak için mutlaka götüreceksin. Bir üniversite hastanesine, yani genel cerrahi uzmanına götür, bir de onun fikrini al, ama ameliyat safhasını atlatmış olduğundan el vurmayacaklardır. Bunu bilesin!''

            Ayağa kalkıyordu...''Abi haklısın da yine de götüreyim!'' Ve onbeş gün sonra tekrar geliyordu..''Tıp fakültesindeki bir profesöre götürdüm, o da senin dediklerini söyledi!'' Ve aradan üç ay geçiyordu. Hakkı abiyi yine getiriyorlardı...İştahsızlık ve kemik ağrılarından yakınıyordu. Baktığımda çok zayıflamış olduğunu görüyordum. Palyatif servisine yatırıyorduk ve ertesi günü ziyaretine gidiyordum. Kendisi de farkındaydı...''Biliyorum, buradan sağ çıkmam zor. Bahçeye gitmek bir daha nasip olacak mı acaba'' diyordu.

            Ve yazının başında belirttiğim o ebedi uykuya dalış...Hafızam beni yıllar öncesine götürüyordu. Yalova'ya geldiğimde muayenehaneme elindeki meyve dolu poşetle gelişini...Ve kiraz mevsiminde beni her yaz davet ederdi. Gönlü zengin o insanla aramızda kalbi bir köprünün kurulmuş olduğunu belirteyim. Hatta bir kiraz ağacına, bir de erik ağacına o sıfatları vermişti...''Bunlar senin ağaçların! Meyvesini sen toplayacaksın!'' Yani böyle kalbi insanlar bu kadim medeniyetin yetiştirdiği ''iz bırakan insanlar'' değil de nedir! Onlara ''gönül telimizi titreten insanlar'' desek abartmamış oluruz. Bahçesine her gidişimde şöyle derdim: ''Hakkı abi burası bir kuş cenneti, burada insanın ömrü uzar! Farkındasındır sanırım!''

            Her defasında güler ve elini omuzuma atardı...''Gel şu su kuyusuna ve çeşmeye de bir bak!'' Zira bahçenin girişinde bir çeşme akardı ve içeride de su kuyusu vardı. Sırf zevk olsun diye her gidişimde o sudan içerdim ve yüzümü yıkardım. Su içmem için bardak verdiğinde itiraz ederdim...''Hayır, avucumla içmek istiyorum, lezzeti de burda ya!'' Gülerdi... Anı anıyı tetikler derler ya...Aklıma geldi, anlatayım...Bir hastayı ameliyat etmiştim ve kiraz mevsiminde bahçesine davet etmişti ve ben de haliyle bu davete icabet etmiştim. ''Bak bu bahçe senin, ben olayım olmayayım gel kiraz topla'' diyerek iltifatlar ediyordu. Büyük bir kiraz ağacının altına geliyoruz ve bir şaka yapayım diyorum...''Mustafa bey bu ağaca göz koydum. Bu gece kökünden söküp götüreceğim'' dediğimde ciddileşiyordu...''Hooop, o kadar uzun boylu değil, ağacıma dokundurtmam!''  Ne diyebilirdim ki...Ve birkaç gün sonra Hakkı abi arıyırdu: ''Bak senin ağaçları toplamadık, gel topla!'' Gidiyordum ve karşılaşır karşılaşmaz o olayı anlatıyordum...''Hakkı abi senin 'bu ağaçlar sana ait' sözün geçenlerde bana pahalıya patladı!'' şaşırmıştı....''Nasıl yani'' diye soruyurdu ve ben de başımdan geçenleri, o soğuk duş etkisi yapan ifadeleri aktarıyordum...Öyle bir şaşırıyordu ki...

            ''Hakkı abi bizde derler ki 'her kuşun eti yenmez'... Meğer doğruymuş. Ben de herkesi Hakkı abi sanmışım meğer'' diyordum...Sağ elini yelpaze gibi sallıyordu...''Dünya malı dünyada kalır, bir gün şu bahçeyi bırakıp gideceğiz'' diyordu...

             Ve dediği gibi kuş cennetini bırakıp gitti. Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş meğer..