Türk Üroloji Derneği'nin o sayfasında o ölüm ilanını gördüğümde şaşırmıştım gerçekten. Yanında bir de resmi vardı ebediyete intikal eden bu genç ve de değerli bilim adamının... Bir tuhaf duygu kaplamıştı beni o anda...Evet, tanıyordum bu meslektaşımızı. Anılar gözümün önünde canlanmaya başlamıştı. Kendi kendime şöyle düşünmeden edemiyordum: ''Bir daha zor yazı yazmayacağım demiştim ama...'' Evet, o ''ama''yı görmezlikten gelmek zorundaydım, yazmamak mümkün müydü! Değerli bir meslektaşımızın arkasından yazmamak sanki vefasızlık olarak algılanıyordu duygu dünyamda...

            Evet, vefat eden meslektaşlarımın arkasından yazdığım yazılara koyduğum başlığı hatırlıyordum o an...''Zor Yazı!'' Gerçekten de böyle yazılar ''zor yazı''dır her zaman...Hele de benim gibi duygusal bir insan için ''daha da zor yazı''dır. En son yazdığım ölüm yazısını şu cümle ile bitirdiğimi şimdi çok net hatırlıyorum: ''Bir daha zor yazı yazmayacağım!'' Ama nasıl yazmayayım ki...İşte yazmaya başlıyorum.

            Sanırım onbeş yıl önceydi. Heidelberg'deki bir toplantı vesilesiyle yanlış hatırlamıyorsam 50 kişilik bir kafile halinde Frankfurt'a uçuyorduk. Aylardan da galiba Haziran idi.Frankfurt havaalanından otobüsle Heidelberg'e hareket ediyorduk ve otelimize yerleşiyorduk. O öğle yemeğini şehire tepeden bakan bir lokantada yerken nehrin güzelliğini de seyre dalıyorduk. Sanırım Ren Nehri'ydi. Ve şehir gezisinden sonra geç saatlerde otelimize dönüp odalarımıza çekiliyorduk. Ertesi gün kahvaltıdan sonra Heilbron ve Mannheim'e hareket ediyorduk. İlk durağımız Mannheim'di ve nehrin kenarındaki tarihi taş binaya giriyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam ''Mannheim Üniversitesi''ydi burası...Doğruca kokteyl salonuna gidiyorduk ve o üniversitenin öğretim üyeleri ile tanışma faslı başlıyordu. Ekip başkanımız da bu hastanede geçmişte eğitim almıştı ve bizi tanıştırıyordu. Öğretim üyelerinin hepsini hatırlamam elbette beklenemez, ama klinik başkanı Profesör Jens idi. Ve sıra ince ve uzun boylu genç öğretim üyesine geliyordu. Ekip başkanımız tanıtıyordu: ''Bizden biri, Profesör Ali Serdar Gözen.'' Hep tebessüm ediyordu. Göze en çok batan bir özelliğini o altı günde seziyordum...Evet, kibiri duygu dünyasından kovan tevazu sahibi bir meslektaşımızdı o... Klinikte sevildiği Jens'in vücut dilinden belli oluyordu. Nitekim her seferinde Ali Serdar'ın omuzuna dokunuyordu ve ''doktor Gözen'' ile başlayan cümleler kuruyordu. O bilimsel yönünü şimdi iyice anlıyordum vefat yazısından. Şöyleydi: ''Türk Üroloji Derneği üyesi, Türkiye'de Laparoskopik Ürolojinin gelişmesinde eğitici olarak önemli katkısı olan, Avrupa Üroloji Derneği ESUT Başkanı Prof Dr Ali Serdar Gözen kardeşimizi genç yaşta kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Ailesine ve meslektaşlarımıza başsağlığı ve sabır dileriz.''

            Ve kokteylden sonra Profesör Jens ameliyatlara başlıyordu ve biz de dev ekrandan bu ameliyatları izliyor ve anında da sorular sorabiliyorduk. Jens üroloji dünyasında önemli bir üne sahip değerli bir bilim adamıydı elbette. Bazı ameliyatlara Ali Serdar da giriyordu. Hiç unutmam, bir üreter taşı vakası için üreterorenoskopi yapmaktaydı doktor Jens...O da ne! Üreterde ilerlerken takıldığında hemşireden yeni bir üreteroskop istiyordu. Zira masanın üzerinde değişik ebatlarda beş altı tane üreterorenoskopu gördüğümde şaşırmıştım. Zira bizde bir incesi, bir de kalın boyutta olanı vardı üreterorenoskopların.  Ameliyattan sonra öğle yemeğinde Ali Serda'a soruyordum: ''Hocam bizde 6 ve 9 numara üreterorenoskop var sadece, ama masanın üzerinde çok sayıda üreterorenoskop vardı. Nerden buluyor bu kadar çeşitli cihazları?''

            Gülüp omuzuma dokunuyordu...''Profesör Jens, Storz firmasının aynı zamanda teknik danışmanlığını yapmakta. Firma temsilcisini çağırır ve çizerek kendi istediği aleti ürettirir!''

            ''Yani adrese teslim desene!''

            Gülüyordu...''Boşuna alet işler el övünür dememişler'' diyordu.

            Ben de gülerek ''bu kadar bol cihaz ile dedem de ameliyat yapar'' diyordum ve onu da güldürüyordum.

            Bilindiği veya bilinmediği üzere kongrelerin bir de sosyal yönü vardır. Bir öğle yemeği için Mannheim Hastanesi'nden yürüyerek nehir kenarındaki bir Türk lokantasına gidiyoruz. Bizi lokantanın sempatik sahibi kapıda karşılıyordu. Ali Serdar' zaten tanıyormuş. ''Ben Tacettin, restoranın sahibiyim, Erzincan'lıyım'' diyordu. Ali Srdar ile aynı masadayız. Sempatik bir garson da  bize servis yapmakta. Ali onu çağırıyordu...''Bak Mario, Türkiye'den gelen dostlarım bunlar, bize iyi hizmet edeceksin, hepsinin karnı aç!'' Mario da meğer İtalyan'mış ve Türkçeyi de çok güzel konuşmakta...

            Ve öğleden sonra tekrar giriyoruz ameliyatlara. Dr Jens bir prostat ameliyatı yaapmakta, yardımcısı da kilolu, sarışın bir hemşire. Bir yandan dabize İngilizce olarak izahta bulunuyor Jens. Bir ara bizim de dikkatimizi çekiyordu bir husus. Yorgunluk bu yani, her cerrahın başına gelebilir. Rektuma doğru bir komplikasyona ramak kala Jens olayı farketti ve başladı terini silmeye ve hemşireye bağırmaya... Ama bu bağırmaları Almanca olarak yapmaya başlamıştı. Halbuki daha bir dakika önce İngilizce konuşuyordu Jens. Dönüp Ali Serdar'a soruyordum...''Jens ne diyor hemşireye Almanca olarak?'' Tebessüm ediyordu...''Hemşireye Almanca küfrediyor. Anlamayasınız diye kendi anadilinde saydırıyor hemşireye!''

            Ertesi gün Heilbron şehrindeki hastaneye gidiyorduk ve orada da ameliyaatları seyrediyorduk. Bu yemeklerde ve kokteyllerde Ali Serdar'ın yanında hep bir bayanı görüyordum. Bir gün merak edip soruyordum: ''Bu bayan Jens'in sekreteri sanırım!'' Gülüyordu...''O bayan Rus ürolog, istersen gel seni tanıştırayım!'' Benimle tokalaşırken kendini tanıtıyordu: ''Ben doktor Julia!'' Ali Serdar'a dönüyordum..''Gördüğüm ilk bayan ürolog, yani kovanda bir yabancı arı gibi!''

            Son gün kafile halinde Heilbron'a yakın bir köye, kır lokantasına akşam yemeğine gidiyorduk otobüsle. İyi hatırlıyorum, köyün adı Deidesheimer hoff idi. Ali Serdar'a soruyordum: ''Almanlarda gördüğün en önemli özellik nedir?''  şöyle diyordu: ''İş disiplini!''

            Sonraki yıllarda Türkiye'de yaapılan birçok kongrede de güzel bildiriler sunmuştu meslektaşımız.

            Tevazu...İnsanı yücelten kutsal bir kavram...Bu da Ali Serdar'da fazlasıyla mevcuttu diyebilirim. Allah rahmet eylesin.