Pencereden baktığımda sağanak halindeki yağmurun ağaçlardaki yaprakları söküp etrafa saçtığını görüyordum. Pencereye çarpan rüzgar adeta ıslık çalarak esmekteydi. Yani o hazan mevsiminde bunlar beklenen iklim olaylarıydı elbette. Denizde oluşan dalgaların meydana getirdiği beyaz köpükler de ayrı bir güzellik arzetmekteydi.

            ''Artık kış yüzünü göstermeye başlıyor'' diye söyleniyordum. Her mevsimin güzelliğini yazmışımdır, ama en çok da bahar mevsiminin ruhumuzda oluşturduğu o ''samyeli''ni tasvir ederken ayrı bir haz duymuşumdur. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi benim en sevdiğim yazılarım doğa tasvirleri kokanlarıdır. Kaptırıp giderim yazarken ve adeta kelimelerin ve cümlelerin esiri olurum. Ben onlara hükmetmem, onlar beni peşinden sürükler adeta. Bu sağanak da beni alıp yıllar öncesine götürüyordu. Hani bir olay adeta kibrit çakması gibi eski bir yaşanmışlığınızı, bir anınıuzı tetikler ya...Hani bir işaret fişeği gibi...

            Adetimdir, birkaç yılda bir, özellikle baharın bitip yazın başladığı o güzel mevsimde yüksek rakımlı tepelere safari tatiline çıkarım. Doğada birbaşıma kaldığımda bir başka mutluluk kaplar ruhumu; bulutlarda gezeri adeta. Ve daha sonra bu geziyi haz duyarak yazarım da yazarım...O yıl da rutinin dışına çıkıyordum ve şöyle diyordum: ''Doğduğum beldeye hep ilkbahar mevsiminde gidiyorum, bu sefer de sonbaharda gideyim. Elin gitmiş viran kalmış yaylaları bir göreyim. Ve öğle saatinde Sarıilçe'den ayrılıp son evi de arkamda bırakarak o toprak köy yoluna vurmuştum kendimi... Hava da oldukça güzeldi. Hani şairin dediği gibi ''şehrin uğultusundan bunalmış ruhumun nadir duyabildiği taze bir heyecanla'' yola çıkmıştım. Ama nevalemi de yanıma almayı ihmal etmemiştim. Ekmek, üzüm ve köfteden oluşan nevale bana yeterdi de artardı bile...Biraz sonra tepeye vardığımda orman yolu başlıyordu ve inip şöyle bir doğanın sesini dinleyeyim diyordum. Hafifçe esen rüzgarın çam ağaçlarında oluşturduğu o tiz sese aşinaydım zaten, zira çocukluğumuzda buraları yürüyerek geçerdik. Şu çam ağaçlarına sorsam şöyle diyeceklerdi: ''Unuttun mu yani yağmurlu havalarda altıma sığındığın günleri...Gölgemde oturup üzüm ekmek yediğini, kışın o tipide de altıma sığındığını!'' Çam ağaçları mı konuşuyordu, yoksa zamanla mı sohbet ediyordum! Evet, zaman bana sesleniyordu... ''Ben iyi hatırlıyorum, bak şu sık ağaçların altında birkaç çocuk nefeslenip üzüm ekmek yediğinizi!''

            Gülüyorum...''Tamam zaman, sen de amma fil hafızalısın, anladık!''

            Ve arabadan ekmek alıp arasına da köfte koyuyorum ve ormanın içine doğru yürüyorum. Bir yandan yerken bir yandan da ''kocaoğlan''ı kollamayı ihmal etmiyorum. Biraz sonra rabaya yöneliyorum. Vadiden aşağı inerken camımda sesler duyuyorum. Evet, çiseleme baaşladı, ama endişe etmiyorum. Vadi içindeki o orman köyünü geçip orman içinde ilerlerken cama değen yağmur tanelerinin sayısı artmaya başlıyor birden. Ve tepeye çıktığımda orman da son aermek üzere... O da ne! Birden gökyüzü kararıyor, şimşekler çakmaya başlıyor. Ön camın üzerinde adeta küçük ırmaklar oluşuyor. Camı biraz açtığımda rüzgar sanki ıslık çalıyor, zaman zaman da vahşi bir hayvanın ulumasını andıran sesler duyuyorum. İçimden de ''şansa bak, hani derler ya yetim hırsızlığa çıkmış da ya akşamdan doğmuş. Beni mi gördün be yağmur!''

            O sırada telefonum çalıyor, seviniyorum, iyi ki bu kervan geçmez kuş konmaz dağ başında çekiyor. Arayan bu bölgenin insanlarından kadim dost Eyüp...''Hocam hastanede misin? Sana ihtiyacım var, acildeyim...İdrar yapamadım, sonda da takamadılar!''

            ''İzindeyim, oradan 1400 kilometre uzaktayım, bil bakalım nerdeyim?''

            ''Şaka yapma, nerdesin?''

            ''Sarıilçe ormanlarındayım, ben de şu anda öyle sağanak bir yağmura yakalandım ki! Adeta gök yarıldı!''

            ''Ne işin vardı bu mevsimde oralarda, sanki baharı kurt mu yedi!''

            Zoraki gülüyorum... ''Kafama esti geldim, şimdi şu ileride bir ağıl görüyorum, tam ormanın kenarında. Yanında da sanki barakamsı bir yapı var. Arabadayken yıldırımdan korkuyorum. Hani cep telefonu ile çok konuşmayalım. Arkadaşlardan birine git, ben birkaç gün sonra dönüyorum!'' Ve telefonu kapatıp o ağıla doğru sürmeye başlıyorum. Yaklaştığımda sevinmiyor değilim... ''İşte dağ başında bir villa, ama duvar dibinde uyuyan bir köpeğe denk gelmem inşallah'' diyorum ve inip şemsiye ile ağıla doğru yürüyorum. Ağılın çobanlara ait olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok elbette...Sürü elbette uzaklarda otluyordur, burası onların gece konaklama yeri... Kulübeye vardığımda kapının üzerindeki zırzanın bir metal telle kapatıldığını görüyorum. İçimden de ''açıp girsem haneye tecavüzle suçlarlarsa...Ya biraz sonra gelip ne işin var burada, niye izinsiz girdin derlerse'' diye düşünmeden edemiyorum. Ve bu düşünceleri beynimden kovup açıyorum ve giriyorum içeriye...Ne olursa olsun, dışarıda sırısıklam mı olayım yani...Günümü bir süreliğine de olsa karartabilecek böyle bir yağmuru yola çıkarken nerden bilebilirdim ki! Neyse, zurnada peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına demişler ya...

            Yere serili iki yatak,bir küçük masa, çaydanlık ve bir gaz lambası göze çarpıyor. Gülüyorum... ''Dur yolcu bilmeden gelip girdiğiğn bu kulübe çobanların yattığı yerdir'' diye nazire yapıyorum...Gök gürültüsü ve şimşek çakmaları ile yaaaklaşık bir saat devam eden yağmura karşı kendimi emniyete almış bir şekilde beklerken kulağım da kapıda elbette...Hani birileri biraz sonra gelecek miydi acaba? Ve yağmur sona eriyor ve ben de biraz daha bekliyorum ve çıkmaya karar veriyorum. Tam çıkıp birkaç adım atmıştım ki karşıdan bana doğru gelen iki kişiyi görüyorum. Evet, bunlar belli ki bu kulübenin sahipleri, yani çobanlar. Adeta gözgöze geliyoruz. Sessizce bakarlarken sessizliği ben bozuyorum ve biraz da damardan giriyorum...''Kardeşler yağmurda sizin evinize sığınmak zorunda kaldım. Davetsiz misafire hakkınızı helal edin.Vallahi yıldırımdan korktuğum için sığındım!'' Biraz yaşlıca olanı omuzuma dokunuyor...''Kardaş sana feda olsun. Misafir başım gözüm üstüne. Dur hele bir çayımızı iç. Nerden gelip nereye gidersin?''

            Ve ısrarlar karşısında mecburen içeri giriyorum. ''Bu dağların çocuğuyum, memleket özlemi anlayacağınız. Bir sılayi rahimdi benimki!'' Ve sonra kendimi tanıttığımda samimiyet daha da artıyor. ''Bu gece misafirimiz ol'' diyorlar. Ama gitmem gerektiğini söylüyorum ve vedalaşıyoruz. Arabama doğru yürürken genç olanı köpeklerden dolayı bana refakat ediyor.

            Gök mavi, yer yeşil tekrar... Doğduğum beldeye doğru...