O öğle vakti Selçuk'u arıyordum: ''Selçuk, dün bana beraber yemek yiyelim demiştin, ama müsait olmadığımı söylemiştim, şimdi müsaitim; istersen bu öğle yemeğini beraber yiyelim.'' Selçuk da kim dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tekrar bahsedeyim, yüreği geniş, naif, zeki ve gönlü zengin bir Anadolu delikanlısı... Selçuk başarılı bir bilgisayar mühendisi ve ''saat gibi bir delikanlı'' desem abartmamış olurum. İki yıldan beri Tallinn'de bir özel şirkette ülkemizi başarı ile temsil ettiğini belirtmeden geçemeyeceğim. Şimdi hatırladım havaalanından hareket ederken Riga'lı Can'ın söylediklerini...''Riga'da 200 Türk var, Tallinn'de ise 600 Türk yaşamakta!'' Demek ki Elazığ'ın mert çocuğu Selçuk da bu 600 kişinin içinde sivrilmiş bir kişilik olarak ülkemizi başarı ile temsil etmekte...

            O yemek teklifini kabul edince ''tamam'' diyorum, ''Ben şimdi otelden çıkıp Old City'e doğru yürüyorum. Hem yemek yeriz,hem de bana şehri, özellikle Old City'i gezdirirsin. Senden iyi rehber bulacak halim yok ya!''

            Gülüyor...''Memnuniyetle, ama yolu biliyor musun?  Sonra kaybolmayasın abi!''

            Bu sefer gülme sırası bendeydi...''Selçuk dün akşam oradaki Pull Restoran'da akşam yemeğini yedik, ben bir yere giderken kendimce mihenk taşları, yani sınır taaşları belirlerim. Mesela VİRU AVM gibi...Buluşma noktamız Viru olsun, ben yirmi dakika sonra Viru'ya gelince seni ararım!'' Ve güneşli bir havada Viru'ya geldiğimde Selçuk' arıyorum. İçeri girip o alışveriş merkezini dolaşırken Selçuk'da içeri giriyor ve beraberce Old City'e doğru yürüyoruz. ''Bak abi şu tarihi restorana götüreceğim seni'' diyor. Tebessüm ediyorum...''Rehberim sensin, misafir umduğunu değil de bulduğunu yermiş'' diyorum ve taş merdivenleri tırmanıp tarihi bir restorana giriyoruz. Duvarlarda tarihi yansıtan eşyalar asılı ve de beyaz yakalıklı, kırmızı entarili, sarışın ve mavi gözlü bayan garson bizi güleryüzle karşılıyor ve oturuyoruz.. Ama ben merakımı yenemeyip biraz sonra kalkıyorum ve etrafı inceliyorum ve ''Selçuk, beni çeker misin'' diyorum ve hatıra fotoğrafı çektirmeden edemiyorum. Garson sipariş almaya geldiğinde ''Selçuk sana tabiyim, sen ne yersen ben de onu'' diyorum. Sonra ortasında et, yanlarında kabuklu patateslerin olduğu bir yemek geliyor. Lezzetli mi lezzetli... ''Selçuk'' diyorum, ''biliyor musun benim en mutlu olduğum an yemek yediğim andır!'' Gülüyor...

            Yemek yerken ''rüyamda görsem aklıma gelmezdi abi birgün yollarımızın Tallinn'de kesişeceğini'' diyor Selçuk.

            ''Evet'' diyorum, ''kimin aklına gelirdi Selçuk. En son 4 sene önce Konuralp'in düğününde görüşmüştük, hani sağdıcıydın ya oğlumun!'' Her zaman olduğu gibi yine gülüyor...

            Ve yemekten sonra Old City şehir meydanına doğru yürüyoruz. Taş parkelerle döşeli kaldırımın yanındaki bir duvarın önünde duruyoruz. Üst tarafında yeşil bir park uzanıyor. Camdan yapılı bir anıt görüyorum ve duvarda da yazılar... ''Bu cam anıt çok eski, Estonya'nın bağımsızlık anıtı sayılır'' diyor ve önünde resmimi çekiyor. Arkamızdaki duvarda kocaman bir yazı dikkatimi çekiyor...''Eesti Vabadussoda.'' Altında da Estonca ifadeler ve Gustav Suits...1918-1920 yazıyor....''Eesti Vabadussoda Estonya Bağımsızlık Savaşı demek'' diyor Selçuk...

            Anıta bakarken ''şehirlerin de bir kimliği ve vicdanı vardır, bizim Gelibolu, Maraş, Antep, Erzurum gibi'' diyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar ''Beş Şehir'' adlı eserinde şehirlerin adeta vicdanı olmuyor mu? Duvaarlardaki yazıları okumadan edemiyorum... Kocaman resimlerde de bombalanmış evlerin hali...Siyonist İsrail'in Gazze'de yapmakta olduğu vahşi soykırım aklıma geliyor....

            ''Mart 1944'te Bombalama...Burada, tarihi Harju Caddesi'nde bulunan evler Sovyet hava saldırısında yıkıldı. Tallinn'in bombalanması 9 Mart 1944 akşamı Kızıl Ordu'ya ait yaklaşık 280 askeri uçak tarafından gerçekleştirildi. Çoğunlukla sivil binalar etkilendi. En az 554 şehir sakini ve 171 asker ve savaş esiri öldürüldü. Estonya'nın başkentinin merkezi, toplam 5100'den fazla binanın anında yerle bir olması veya daha sonra yıkılması ile ciddi oranda hasara maruz kaldı. Bir gecede 20 binden fazla kişi evsiz kaldı. Sonraki 50 yıl boyunca Sovyet yetkilileri, Kızıl Ordu uçaklarının Tallinn'deki sivil hedeflerin bombalanmasına katılımını reddeti, inkar etti.''

            Bu yazıyı okuduğumda Siyonist İsrail'in katil ordusunun da Kızıl Ordu'dan bir farkının olmadığını düşünmeden edemiyordum...Evet, şehirlerin de bir hafızası ve kimliği vardır...

            O anıtın önünde duruken hafızam beni yıllar öncesine götürüyordu. 1988'di sanıyorum. Bir akşamüstü İbni Sina'dan çıkmışım ve Ulus'a doğru yürüyorum. Elimde de o küçük el radyom... Azerbaycan'ın bağımsızlığı için halk Azadlık Meydanı'nda birikmiş... Canlı yayında milli şairleri Bahtiyar Vahapzade şöyle bağırıyordu:''Hür dünyanın gözü önünde Kızıl Ordu tankları halkımızı ezerek geçiyor. Bu ne yaman paradoks!''

            O cam anıtın önünde Selçuk bana ülke hakkında bilgiler verirken yanımızdan geçmekte olan bir genç bize yaklaşıyor ve koyu renkteki taş kaldırımı işaret ederek birşeyler söylüyor, ama öyle heyecanlı bir vücut dili var ki...Kaldırıma bakıyorum, boylu boyunca yanyana beşer taştan ibaret uzun ve koyu bir kaldırım çizgisi fark ediliyor. ''Ne dedi'' diye soruyorum...''ŞU koyu kaldırımdan taa şu tepelere kadar evler vardı, bunları Kızıl Ordu yıktı diyor bu Eston genci!'' Selçuk böyle aktarıyor bana söylenenleri...

            ''Desene Ruslar'a karşı bir kin var'' dediğimde o da onaylıyor...''Bir zamanlar buradan Helsinki'ye olduğu gibi St. Petersburg'a da günübirlik feribot seferleri varmış, kaldırılmış. Ruslara karşı o derece öfke var. Nato ve AB üyesi olmasına rağmen hala Rus işgaline uğramaktan korkuyorlar'' diyor.

            Bir kiliseye yaklaşıyoruz...''Selçuk'' diyorum, ''evlilik nikahları bu kiliselerde kıyılıyor değil mi?'' Tebessüm ediyor...''Hayır, Estonların çoğu ateist, kiliseye sadece Rus asıllılar gidiyor!''

            Old City'deki hediyelik eşya satan dükkanları dolaştıktan sonra saatime bakıyorum...''Selçuk senin de işin vardı hani, bir randevun vardı, geç kalmayasın. Ben otelime gideyim'' diyorum. Gel gör ki o da nezaketinden ve naifliğinden dolayı beni yalnız gndermek istemiyor. ''Randevu saatime daha var, otele kadar yürüyüp yol boyunca da sohbet ederiz'' diyor.

            Ve otel önünde vedalaşma...