O bir devirdi, yaşandı ve gitti...Gitti ama bilinçaltımızda bırakmış olduğu kötü ve pis kokan hatıralar da tazeliğini korumuyor değil...

            ''Yani''şeklindeki, önü ve arkası boş olan, yutkunmayı mecburi kılan ve muhatabını incitmemeyi hedefleyen ifadeyi niçin kullandığımı merak ediyorsunuzdur mutlaka...

            Hani ''vesayet'' denilen bir kavram vardır ya...Vesayetin sahipleri oturmuş oldukları sofrayı ''analarının ak sütü'' olarak belledikleri, benimsedikleri ve ''olmayan beyinleri''ne bunları da nakşettikleri için herkesi o çizginin dışında tutmaya çalışırlar...O mahalle onların mahallesi ya, oraya kimse destursuz girmemeli ya...

            Artık söylüyorum açıkça... Yoksa söylemesem mi! Yok yok, söyleyeceğim, hani derler ya ''artık cin şişeden çıktı!'' Yalova'ya geldiğimde bu şehirde vesayetçi bir ''hekimler grubu'' vardı desem acaba birileri gücenir mi? Vücut dillerinden, davranış şekillerinden ve konuşurken imalarından şunu anlamamak için kahin olmaya gerek yok: ''Bu mahalle bizden sorulur!'' Muayenehanecilik devri olduğunu da belirteyim bu arada...

            ''Birileri'' diyorum, ama artık o ''birileri''nden eser yok, ama hamdolsun ben buradayım. Bunu derken kendimi ön plana çıkarıp kibirimi de zirve yaptırdığım sanılmasın...Zira bizde kibir olmaz, çünkü meşrebimiz o lanet olası fiiili kaldırmaz. Kibire kapılırsak şeytanlaşırız  ve kendimizi de, varlık sebebimimizi de inkar etmiş oluruz. Kibir denilen kavramın da şeytanın sıfatlarından biri olduğunu sanki bilmiyor muyum!

            ''Yani'' ile başlayan bu yazıyı niçin yazmaya mecbur kaldığımı söyleyeyim de sizleri merakta bırakmayayım. O gün ameliyathanede o kalbi dost yanıma yaklaşıp tebessüm ediyordu...''Abi ameliyat arasında çay keyfi yapıp hasbihal edelim biraz'' diyordu... Ve birinci ameliyatın sonunda bardaklarımıza çayı doldurup bir kenara çekiliyorduk. Çayını yudumlarken bakışlarını bana doğrultuyordu...''Abi bak sana bir şey söyleyeceğim, hani dostunu düşmanını bilesin diye...DÜn Cimşitcan senin hakkında ileri geri konuşuyordu!''

            Gülüyordum...''Boşver, ben onun cemaziyelevvelini bilirim, cürmü kadar yer yakar'' dediğimde muhatabım elini omuzuma koyuyodu...''Yok abi, adam sende deyip hafife alma, bilesin yani'' diyordu...

            Çayımdan iki yudum aldıktan sonra o klabi dosta doğru iyice yaklaşıp cevap veriyordum...''Bak bu bir özgül ağırlıl meselesidir. Karga ile karga olunmaz ki! Bende onun geçmişteki vukuatlarına ait o kadar anı kırıntısı var ki, anlatsam burdan köye yol olur. Fakat  edebimizden bunları maskeleyerek bile olsa gazetedeki köşemde yazmamışımdır. Zira bu bir karakter meselesi!''

            Kalbi dost üsteliyordu...''Abi tamam da sessiz kalmk da iyi değil. Bir de senin bir sözün vardı, bir yazında belirtmiştin hani...Hay Allah tam dilimin ucunda, söyleyebilsem cuk diye oturacak yani! Neydi yahu!''

            Hatırlamıştım...''Bak'' diyordum, ''şu çayımı tazelersen ben de o özlü sözü sana söylerim!'' Ve bardağımı kaptığı gibi gidiyordu, getirip önüme koyuyordu.

            ''Haydi abi, merakta bırakma beni!''

            ''Söylüyorum işte...'Birşeyin şuyu u vukuundan beterdir!'...Anladın mı!''

            Seviniyordu...''Hah işte bu söz, dur bir kenara yazayım. Hani açıklamasını da yapmıştın ya!''

            Takılıyordum...''Hadi sen açıkla, bakalım hatırlayabilecek misin!''

            Ve bir çırpıda açıklıyordu...''Abi kuş hafızalı mı sandın beni...Diyor ki bir sözün dedikodusu  çabuk yayılır ve duyanlar da hemen inanır. Yani dedikodusu gerçeğe galip gelir!''

            ''Helal sana, fil hafızalıymışsın maşallah!''

            Ne diyebilirdim ki! Aynen öyle de şimdi ben gidip de Cimşitcan'a ne diyebilirdim ki! Hani kişi odur ki söyledikleriyle meşrebini ortaya koyar. Hani o skeçte vardır ya...''Ula Murtaza düdügü sen mi çaldın diyor ya muhatabı...Ha Murtaza, ha Cimşitcan...Bir özgül ağırlık meselesi ki sorma gitsin...

            Muhatabıma Cimşitcan'ın bir vukuatını anlatıyordum...''Bak sana anlatayım, madem cin şişeden çıktı!''

            ''Abi merakta bırakma!''

            ''Tamam, sabret...geçen gün hastam Enis polikliniğe geldiğinde karşı koltuğa oturup gülüyordu...Merak etmiştim, hani bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü misali...'Enis hayrola' diyordum!''

            ''Hocam soram...Hani sabah beni ultrasona göndermiştin ya...Çektirmiştim, gelirken Cimşitcan koridorda beni gördü ve kolumdan tutup sordu: 'Nereye gidiyorsun, gelsene odama ' dedi. Ben de ultrason çektirip sana gelmekte olduğumu söyledim!''

            ''Eee sonra Enis?''

             ''Hocam kolumu bırakmıyor ki mübarek, sakız gibi yapıştı!''

             ''Nasıl yani?''

             ''Olsun, gel bir de ben yapayım ultrason deyip beni adeta zorla masaya yatırıp ultrasonumu çekti! Vallahi elinden zor kurtuldum!''

              Güler misin ağlar mısın...Ama ben gülüyordum, hem de katıla katıla...''İyi iyi...Kötü mü , dostlar alışverişte görmüş ya sen ona bak'' dediğimde Enis de gülüyordu, ama bu gülüşünde bir şakınlığın izlerinin olduğu da dikkatimden kaçmıyordu...

               Aaa! Bu hatırayı halının altına süpürmüştüm hani! Ne bileğim saflığıma verin...Birden yazmış oldum...

              Yani...''Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla'' şeklindeki özdeyişi de çok severim yani...

              Yine ''yani...''