O kalabalık içinde, yemek masasının etrafına dizilmiş o kadar meslektaş arasında yüksek sesle adeta nutuk atmaktaydı. Sağ elini de havada gezdirip kendince bir psikolojik üstünlük elde etmeye çalıştığı da dikkatlerden kaçmıyordu.
Uluslararası bu Üroloji Kongresi'nde, Milano'da o günkü oturuma kadar yüzlerce bildiriyi takip etmiştim. Konuşmacıların birçoğu kendi alanında isim yapmış, bizim deyimimizle ''otör'' veya ''otorite'' olmalarına rağmen tevazuyu hep muhafaza ettikleri görülmekteydi. Ama o akşamki o Milano restoranında bizim Atıf nedense coşmuştu. ''Prostat ameliyatında kendime çok güveniyorum. Bugün bildiri sunan Maxberger'den daha iyi yaparım. O da ne ki!'' Hızını alamıyordu. İçimden de şöyle diyordum: ''Çok hızlı gidiyor, inşallah bir yere toslamaz!'' ''Hele Alman profesör Jens Rasweiller de neymiş'' diye devam ediyordu. Yazık ki Türkçesi zayıf olduğu için cümlenin sonunu getirmekte zorlanıyordu. Ama kelime hazinesinin kıtlığını jokey kullanarak telafi etme yoluna gittiği de kimsenin gözünden kaçmıyordu. Nasıl mı? Söyleyeyim... O sihirli ''şey'' deyip başını sallıyordu cümlenin sonunda. Çünkü kendisi de yıllar önce itiraf etmişti: ''Hayatımda hiç roman okumadım!''
Yani o akşam bir volkan kadar mağrurdu desem abartmamış olurum. Ben kendisinin biraz ''megalomani'' yönü olduğunu bildiğim için bu konuşmaları bana sürpriz gelmiyordu, alışıktım. Gülüp geçerdim. Yani ben bile o kadar sıkılmıştım ki... Terlemiştim, utanmıştım onun adına. İçimden de şöyle diyordum: ''Belki onun on katı fazla sayıda prostat ameliyatı yapmış olduğum halde ben asla böyle iddialı konuşamam! Utanırım!''
Ah tevazu ah! Sen ne kadar yüce bir kavramsın. Bilmiyor mu o öğüdü: ''Ey insan yeryüzünde salınarak, kibirlenerek yürüme!''
Yanımdaki meslektaşımın da benim kadar sıkılmış olduğunu gözlüyordum. Yavaşça kulağıma fısıldıyordu: ''Bu arkadaşı iyi tanır mısınız?''
Tebessüm ediyordum... ''İyi tanıdığımı sanıyorum!''
''Yani meşrebini iyi bilir misiniz?''
Başımı öne eğiyordum... ''Zan beslemek istemem, ama bu arkadaş hep böyledir. Biraz ihtiraslı ve biraz da megalomandır!''
''Yani ben onun ciğerini bilirim demek mi istiyorsunuz?''
Elimi omuzuna dokunuyordum... ''Stetoskopla akciğerlerini dinlememişim, akciğer grafisini de görmemişim. Bu yüzden böyle iddialı bir cümle kuramam'' dediğimde meslektaşımın hoşuna gitmişti. ''Hocam edebiyatınız ve mizahi yönünüz de kuvvetli demek ki!''
''Yok canım, işte aklıma geldi de böyle bir cümle kurdum'' diyordum. İçimden de şöyle diyordum... ''Aman ileri gitme edebi cümle kurmada, sonra seni de kibirli sınıfına koyarlar.''
Kısa sürede samimiyet kurmuştuk o meslektaşımla... ''Bakınız rahmetli dedemin o sözü kulağıma küpedir. Derdi ki aman evladım büyük lokma ye, büyük söz söyleme!'' Ne kadar haklıymış...Mezarlıkların kendini beğenen insanlarla dolu olduğunu ve ölümün insan için bir nasihat olması gerektiğini de meslektaşıma ifade ediyordum... Elbette haddim olmayarak ve elimi havada yelpaze gibi kullanmadan...
O da ne? Sanki bu akşam bir mağrurlar geçidine sahne oluyordu bu restoran ve bu masa...Başka bir arkadaşımız sesini yükseltmeye başlıyordu... ''Bugün üreterorenoskopi bildirisi sunan o İtalyan ne ki! Ben ondan daha iyi bilirim!'' Halbuki o İtalyan o gün zor vakaları sunmuştu. Hele de atnalı babrekli hastalara çok sayıda üreterorenoskopi yaptığını görüyorduk. Elbette el elden üstündür. Ama cerrahi bir ince sanattır, ne kadar ameliyat yaparsan el becerin o kadar artar. Hele benim gibi sömürgeci Avrupa medeniyetine sempati ile bakmayan birisi bir İtalyan hekiminin hakkını teslim ediyorsa. Zira bilim farklı bir kulvar elbette... O sırada yanımdaki o arkadaş yine kulağıma fısıldıyordu: ''Madem kendine o kadar güveniyordun, çıkıp bildiri sunsaydın ya birader! Öyle oturup ahkam kesmekle olmuyor bu işler!''
Ayağa kalkmıştı ve iki elini masaya koyup konuşuyordu: ''Üreterorenoskopi yaparken taşın kaçmaması için hastanın başını yükseltmek gerekir!'' Sanki bilmöiyorduk da!
Adının Cemil olduğunu öğrendiğim o fısıldayan meslektaşıma ''bir gözlemimi anlatsam sıkılmazsınız değil mi'' dediğimde ''aman o ne kelime, anlatın'' diyordu.
''Geçenlerde bir hastama kapalı prostat ameliyatı yapacaktım. Adetim olduğu üzere ameliyat odasının önünde sedyede yatan hastanın yanına giderim ve elini tıtarım. Rahat olun, ameliyattan sonra diyeceksiniz ki boşuna stres çekmişim. Hasta başını kaldırıp soruyordu: 'Bu konuda iddialı mısınız? Garanti verebilir misiniz bana?' Zor bir soruydu. Hani aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali. Ne diyebilirdim ki... Düşünüyordum ve en sonunda şu cevabı veriyordum: 'Bu ameliyatı iyi yaptığıma inanıyorum, ama herkesten daha iyi yapıyorum diyebilir miyim! Haşa! Nerden baksanız beş bin civarında prostat ameliuyatı yapmışım. Kendimi piramidin tepesine konumlandırmaktan utanırım, haya ederim. Sonra kibir gelir ve ruhum şeytanlaşır. Aman aman!''
Sözüm bittiğinde o melaktaşım ''ben de öyle düşünüyorum'' diyordu.