Derler ya ‘’karpuz kesmekle hararet sönmez!’’ Ben de o gün Oğuz’a misliyle karşılık vermiş olsaydım adeta ateşe benzin dökmek olacaktı bu davranışım. Zira böyle aniden kızan insanları ben füzeye veya balona benzetirim. Füzenin yakıtı bitince bir süre sonra yere çakılacağını bilirim veya yükselen balona bir ok atarsınız ve yeri boylar.
O gün son hastamı da muayene edip yolcu ettikten sonra şöyle bir koltuğa yaslanıp birkaç dakika dinleneyim demiştim. İnsan hem bedenen, hem de ruhen yorulmuş olduğunu o an anlıyor. Sırtınız ağrır, beliniz kasılır ve o an şöyle dersiniz: ‘’Şu anda bir dağ başında olsaydım da, bir şelalenin altında olsaydım da kuşların sesini ve kelebeklerin uçuşunu izleseydim. Ama elbette mevsim de bahar olmalı ve o çiçek çimen kokusunu içinize çekmelisiniz. Ama dağda ben yalnız olmayı severim…İnsanlardan uzak, sessizce yürürüm, yani doğanın sesini dinlerim. Hele de telefon çekmiyorsa…Gel keyfim gel…İstemem eksik olsun derim, hele de bazı insanlar vardır ki kaprisi beni bıktırır. Böylelerini cadede görsem ki karşıdan geliyor, ben hemen yolumu değiştirip ara sokaklara dalarım. Hani Ziya paşa’nın o şiiri var ya…Aslına sadık kalarak yazacağım. Sürçi lisan eden ben değil de şair…Ölen birisinin arkasında yazıyor…
‘’Ne eyledi dünyada rahat, ne verdi millete huzur. En sonunda geberdi gitti hınzır oğlu hınzır…Şimdi dayansın ehli kubur!’’
Böyle diyorum diye insanlardan uzaklaşıp kabuğuma çekileceğim anlaşılmasın sakın …
Neyse, beni ölümle tehdit eden Oğuz’u anlatacaktım güya…İşte benim bu romantik duygularım var ya, bakın ruhumu nerelere sürükledi. Şimdi sadede geliyorum..
Kapı yarı açık, yani aralıklı poliklinikte. Haydi Abbas yola revan ol misali dolabıma yöneliyorum ve önlüğümü çıkarmaktayım. Sırtım kapıya dönük..O sırada birisi omuzuma dokunuyor, kafamı çevirdiğimde bir de ne göreyim, Oğuz karşımda…Ürpermiyorum, o ilk karşılaşmamızdı poliklinikte. O gün elbette korkmuştum, zira canımızı çöplükte bulmadık ya kardeş..Biz de bir ana kuzusuyuz, ağaç kovuğundan çıkmadık ya…Bir an bakışıyoruz, Oğuz tebessüm edip elindekileri gösteriyor…’’Hocam bunları nereye bırakayım, azımı çoğa tut!’’ Şaşırıp ellertine bakıyorum, iki eli de dolu, birkaç poşet ve küçük çantaçıklar taşımakta.
Mahcup mahcup bana bakmakta. Ben de mahcubiyetle Oğuz’un yüzüne bakıyorum o an…Gönlümdeki kırıklığı onarmak için kendince hediyeler getirmiş. Han halk arasında derler ya ‘’bir elma gönül alma!’’ Ceketimi giyip Oğuz’ hoş geldin diyorum ve elindekileri masanın arkasına bırakıyor…’’Oğuz bunlar ne! Geçen gün taburcu ederken bana bir isteğim olup olmadığını sormuştun ben de gelirken kaslbini evde unutma bana getir demiştim. Bak sen neler getirmişsin böyle . Çoluğunun çocuğunun rızkını bana niye getirdin!’’
O sırada dalgınlığımdan faydalanıp elime hamle yapıp öpüyor. Halbuki el öptürmeyi de hiç sevmem…İçimden de şöyle derim: ‘’Kendini çok da matah bir şey mi sanıyorsun ey fani..Şu ölümlü dünyada kim oluyorsun sen!’’
Mahcup oluyorum…Gözleri yaşarıyor OIğuz’un…’’Hocam sana karşı ben hayatımın en büyük hatasını yaptım. Pişman oldum ama…’’ diyor. Elimle omuzuna dokunuyorummm’’Oğuz Allah kini bizim kalbimizden silmiş.Rahat ol, sana karşı bir kırgınlığım yok, öyle olsaydı seni ameliyat etmezdim zaten!’’
Gözlerime bakıyor…’’Zaten bütün mahcubiyetim de o ya…Sen beni yine de ameliyat ettin!’’
‘’Boşver’’ diyorum, ‘’neler getirmişsin böyle!’’
Poşetleri tek tek açıyor…Bizim kendi evimizin, yöremizin ürünleri bunlar…Para mı verdi sanki..Mısır unu, tereyağı, yumurta, bal, pekmez, fındık!’’
Sarılıyoruz..’’Hocam’’ diyor, ‘’istersen arabaya ben taşıyayım!’’
Gülüyorum…’’Olmaz Oğuz, hem şoför mahalli, hem on kuruş!’’
Dinlemiyor..Bütün poşetleri alıyor ve beraberce arabaya doğru yürüyoruz.
Boşuna dememiş o yazar…’’Vicdan asla unutmaz!’’
İyiliği de, kötülüğü de…
,