O genç bayan elini tuttuğu beş yaşlarındaki çocuğunu zaptetmeye çalışırken bir yandan da babasının şikayetlerini anlatmaya çalışıyordu. Sorduğum sorulara cevap verirken Türkçesini de bayağı ilerletmiş olduğu görülüyordu.

            ''Babam Victor 75 yaşında... Hani ne diyorsunuz, idrara mı, evet idrara çıkması çok geç!''

            ''Yani geç derken tuvalette çok uzun süre oturduğunu mu kastediyorsunuz'' diye soruyordum.

            Başı ile onaylıyordu...''Evet, ben yanında kalıyor... Gece git tuvalete, gel yatağa... Yani yok uyku ona!'' Telaffuzu hoşuma gitmişti...''Galiba Ukrayna'lısınız'' diye soruyordum.

            ''Evet, Kiev'den... Ben babayı yeni getirdim Kiev'den. Bomba altında ne yapar ki orada! Hangi gün nereye bomba düşer, ne bileyim!''

            Ve Victor adlı hastayı muayene ediyorum. Prostat hipertrofisi tanısı koyduğumu söylediğimde kızı olan genç bayan soruyor: ''Malign hastalık, yoksa benign hastalık?''

            Şaşırmıyor değilim o anda... ''Adınız nedir?''

            ''Meryem'' diyor.

            ''Ukrayna'da Meryem nasıl oluyor'' diye sorduğumda tebessüm ediyor... ''Beni ordaki adım Maria'ydı, ama Türkiye vatandaşı oldum. Beni koca Türk. Ben müslüman olup adımı Meryem olarak değiştirdim!''

            ''Tıbbi terimleri nereden biliyorsunuz?''

            Tebessüm ediyor...''Ben Kiev'de hemşireydim. Savaş olunca kaçtık, ama Türkiye'de denk değil, o yüzden hemşirelik yapamıyor ben!''

            ''Anladım, denklik yok demek istiyorsunuz!''

            ''Evet'' diyor, ''hem de diyaliz hemşiresiyim, ama yapamıyorum!'' Ve o anda gözlerinin nemlendiğini görüyorum...Cep telefonundan iki genç erkek resmi gösteriyor.... ''Bunlar da benim çocuklar. Burada ikisi de lisede... Orda bırakmadım, okul kapalı, halbuki onların doktor olmasını istiyordum'' dediğinde sesinin titrediği görülüyor. Telefonundan bombalanmış binaları gösteriyor... ''Bakın bu hastane, bu da okul. Ruslar askeri yerleri bombalıyoruz, sivil yerleri değil diyerek yalan söylüyor, dünyayı kandırmaya çalışıyor'' derken yüzünde tikler oluştuğunu görüyorum.

            ''Onbeş sene önce Kırım'a gitmiştim. Biliyorsunuz o zaman Kırım Ukrayna toprağıydı!''

            Birden öfkelenip sağ eli ile kavis çiziyor... ''Kırım'ı Ruslar'dan alacağız bir gün, ama mutlaka alacağız!''

            ''Simferepol'e gelmiştim, oradan Sivastopol'e, oradan da Yalta'ya gitmiştik'' dediğimde heyecanlanıyor...

            ''Kırım Osmanlı zamanında siz Türklerindi zaten. Keşke Ruslar'a değil de size ait olsaydı!'' Devam ediyor...''Türkiye bizim dostumuz... SİHA'lar çok iyi!''

            Osmanlı zamanından bahsedince söze devam ediyorum...''Evet, Kırım Savaşı'nı gösteren bir müze var Sivastopol'de... Panorami Müze...Orayı gezmiştim, savaşı müthiş canlandırmışlar!''

            ''Evet'' diyor, ''biliyorum, ben de gezdim!'' O sırada aklıma Sivastopol Liman'ı geliyor.... ''Meryem, bak Sivastopol sahilinde gezerken enteresan bir görüntü dikkatimi çekmişti, onu size anlatayım mı?''

            ''Merak ettim'' diyor...

            ''O zaman anlatayım. Kırım'daki yerel rehberimiz Yalta'lı İsmail diye birisiydi. Tatar Türk'lerindenmiş. Sivastopol Limanı'nda bir sürü savaş gemisi görüyordum, ama bir kısmında Ukrayna bayrağı, bir kısmında ise Rus bayrağı vardı. Şaşırmıştım...İsmail'e bunun sebebini soruyordum. O da Rus'ların limana kira ücreti verdiğini söylüyordu, ama pek inandırıcı gelmemişti. Rus eski sömürgesine kira mı verirmiş! Geçiniz... Ben de şaşkınlığımı gizlemeyek soruyordum kendisine: 'İsmail, anlamadım, Rus Donanması'nın ne işi var burada?'... O da gülüp omuzuma dokunuyordu... 'Hocam bak sana bir Tatar fıkrası anlatayım... Tatar Türk'ü evinin kapısını açık bırakarak pazara alışverişe gidiyor. Birkaç saat sonra eve döndüğünde gördüğü manzara karşısında şaşkına dönüyor adeta. Bir bakıyor ki bir Rus ile bir Ukrayna'lı öyle bir kavgaya tutuşmuş ki... Biri diyor bu ev benim, öteki diyor hayır benim evim. Garibim Türk de bunları seyrediyor. Ne desin adamcağız. Onu eve sahip eden yok ki!''

            Başımı kaldırdığımda eskinin Maria'sı, bugünün Meryem'inin gözlerinden yanaklarına doğru bir sıvının akmakta olduğunu görüyorum... ''Şöyle oturabilir miyim'' diyerek koltuğu gösteriyor. İçimden de şöyle demekten kendimi alamıyorum...''Durup dururken içindeki yarayı deştik!'' Vatan özlemi bu... Suriyeli ve Iraklı mülteciler senelerdir emperyalistlerin mağduru değil mi!

            Şair diyor ya...

            ''Sahilini dalgalar döver

            Ağaçlarını rüzgar!

            Gönülden söylenen türküleri vardır

            Bizim kasabanın...''

 

            Bu vatan hasretini Bulgaristan göçmeni vatandaşlarımızda devamlı olarak görmekteyim. Uzağa gitmeye gerek yok, ben birkaç yılda bir 1300 kilometre yol teperek Allahuekber Dağları'ndaki doğduğum beldeyi ziyaret ederim. Taşında toprağında çocukluğumun anıları gizlidir zira...

            Ayağa kalkıp Meryem'i teselli ediyorum... ''Kalbimi orada bırakıp geldim'' diyor.

            ''Savaş bitince dönersiniz'' dediğimde bakışlarını bana doğrultuyor... ''Korkuyorum, artık dönemem'' diyor...