İşte bu da benim tarzım, hastanın edebi bir dille anlatıldığı anı kitaplarının etkisinde kalırım ve o güzel cümleleri köşeme taşırım. Ben buna ‘’tıbbi edebiyat’’ diyorum. Birçok köşe yazımda da bir ‘’tıbbi edebiyat’’ ekolünün izlerini görebilirsiniz. Elbette elimden geldiği kadarıyla bu edebi akımı sürdürmeye çalışacağım. İşte yine o tıbbi anı kitabından alıntılarla devam edeceğim. İşte başlıyorum, ama tırnak işareti kullanmayacağım…
Şimdi onca yıl geçtikten sonra beyaz boyaları dökülmüş, Tanrı’nın unuttuğu hastaneden çok uzaklardayken adamın göğsündeki yıldız döküntüyü hatırlıyorum. Nerededir? Ne yapıyordur? Ah! Evet, biliyorum. Eğer yaşıyorsa karısıyla birlikte yıkık dökük bölge hastanesine gidiyorlardır zaman zaman. Bacaklarındaki lezyonlardan şikayet ediyorlardır. Adamın dudaklarını indirip merhamet bekleyişini gözümün önüne getirebiliyorum. Ve genç doktor, kadın ya da erkek her kimse, üzerinde beyaz, sökükleri dikik önlüğüyle bacaklarına doğru eğilip parmaklarını lezyonların üst taraflarına bastırıp neden olduğunu arıyordur.Sonra sebebi bulunca da kayıt defterine ‘’Lues III’’ yazıyordur. Ardından da daha önce kara merhem verilip verilmediğini soruyordur. Ve işte o zaman benim onu hatırladığım gibi o da beni, 1917 senesini, dışarıda yağan karı, parafinli kağıda sarılı altı paketi, kullanmadığı altı adet yapışkanlı topağı hatırlayacak.
‘’Evet, evet doktor vermişti’’ diyecek ve artık gözlerinde alay yerine karanlık bir endişe ifadesiyle etrafına bakacak. Doktor da reçeteye potasyum iyodür ya da başka bir ilaç yazacak. Belki de benim gibi elkitabına bakar.
Selam sana yoldaş!
‘’…bir de sevgili karıcığım, Safran İvanoviç Amca’ya en derin saygılarımı ilet. Ayrıca gidip bizim doktora görünmem gerekecek sevgili karıcığım; çünkü son altı aydır frengi diye acı veren, illet bir hastalık taşıyorum. Yanındayken sana bunu açmadım. Tedavi ol lütfen.
Kocan A.Bukov.’’
Genç kadın çuha kumaşından şalının ucunu ağzına götürüp peykeye oturdu, titreyerek ağlıyordu. Kardan ıslanmış açık renk saçının bukleleri alnına düşüyordu.
‘’Alçağın biri o, öyle değil mi’’ diye bağırdı kadın.
‘’Evet, alçak’’ diye karşılık verdim sertçe.
Daha sonra işin en zor ve en acıklı kısmı başladı. Kadını yatıştırmam gerekti. Ama nasıl yapacaktım? Bekleme odasında sabırsızca bekleyen hastaların uğultuları arasında uzunca bir süre fısıldaştık.
Ruhumun derinliklerinde bir yerlerden, insanların acılarına karşı hala taşlaşmamış kısmından güzel, yatıştırıcı sözler çıkardım. Herşeyden önce kadının korkusunu gidermeye çalıştım. Henüz hiçbir şeyin kesin olmadığını ve muayene olmadan umutsuzluğa mahal vermemesini söyledim. Muayeneden sonra bile korkmaya gerek olmadığını, bu kötü hastalığın, frenginin üstesinden başarıyla geleceğimizi anlattım.
‘’Alçak, alçak, işte’’ diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu genç kadın, gözyaşlarına boğulmuştu.
‘’Alçak’’ diye tekrarladım ben de…
Bu pek uğramadığı evini Moskova’ya gitmek üzere terk eden ‘’sevgili kocaya’’ uzunca bir süre, zevkle sövdük.
Nihayet kadının gözünün yaşı, yüzünde izlerini bırakarak dinmişti. Şişmiş gözkapakları, ümitsizlik dolu siyah gözlerini örtüyordu.
‘’İki çocukla ne yaparım ben’’ dedi kuru, bitkin sesiyle.
‘’Bekleyin, sabırlı olun’’ diye mırıldandım, ‘’zaman ne yapılması gerektiğini gösterir!’’