Adetimdir, okumuş olduğum bir kitapta hoşuma giden cümlelere rastlarsam ya altını çizerim veya onu bir yere yazarak ezberlerim ve günlük hayatta tekrar ederim. Kendini beğenmişlik veya yüksek tepelerden hitap etme şeklinde anlaşılmasın, ama elime geçen birçok tıbbi anı kitabını okumuşumdur. Bu kitapların bir kısmı edebi dil açısından beni cezbetmiştir ve adeta çekim alanına almıştır. Geçenlerde İl Halk Kütüphanesi’nde rafları dolaşırken bir kitap görmüştüm ve okudukça zevk almıştım. Yani ayaküstü göz atma da diyebiliriz buna. Zaten anı kitaplarına ilgim beş duyunun bile ötesindedir desem abartmamış olurum. Hatta zaman zaman şöyle bir serzenişte bulunduğum da olmuştur: ‘’Bizde uzun yıllar devleti yöneten insanlar emekli olduklarında anılarını neden yazmazlar?’’ Kendimce iki sebep görürüm, ama yanlış ama doğru…Birincisi edebi yönden kendilerini ifade etmede yetersizliktir belki de… Diğeri de icraatlarından dolayı geniş halk kitleleri önünde mahcubiyet duyma endişesi olabilir. Mesela bir devrin omuzu kalabalık paşaları anılarını yazmaya cesaret edebilir mi? Edemez elbette, yazarlarsa sokakta kimsenin yüzüne bakamazlar da ondan… Ben de amma da kitabın ortasından konuştum. Yanlış anlaşılmasın, siyasete müdahale eden ‘’omuzu kalabalık güruh’’tan bahsediyorum.

            Neyse…Sadede gelelim. O eser ‘’Bir Osmanlı Askerinin Anıları’’ adını taşıyordu ve ondan alıntı yaparak sanırım 5 bölüm halinde köşe yazısı yazmıştım ve hiç beklemediğim şekilde çok beğenilmişti. Şimdi de çok seneler önce okumuş olduğum o tıbbi anı kitabından bahsedeceğim ve alıntılar yapacağım. Maksadım gönüllerde bir sam yeli estirmek…

            Unutmadan söyleyeyim, o kitaptaki şu cümleler çok hoşuma gitmişti: ‘’At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacak bir şeyim yok; ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene  de hatırlatmayı hiç istemem!’’

            Nasıl, beğendiniz değil mi! Şimdi kitabın adını veriyorum: Genç Bir Doktorun Anıları…Mihail Bulgakov…Diyebilirim ki okumuş olduğum tıbbi anı kitapları içerisinde edebi değer taşıyan en güzel eser…Ne dersiniz, şimdi oradan alıntıya başlayalım mı? Haa şunu da söyleyeyim aklıma gelmişken, sakın şöyle düşünmeyiniz: ‘’Adamın edebi deposundaki benzini bitti de bir yerlerden alıntı yaparak zevahiri kurtarıyor!’’ Öyle değil dostlar, benim en az 25 yedek yazım vardır, yani edebi depom doludur. Hiç yazmasam bile altı aylık rezervim vardır. Neyse…Yazıma koyduğum başlık da bu eserden alınmadır. Ve başlıyorum işte…

            Bu o! Sezgilerim öyle diyordu. Bilgilerime başvurmaya hiç gerek yoktu. Zaten altı ay önce üniversiteyi bitiirmiş bir doktorda bilgi ne gezer! Adamın sıcak, çıplak omuzlarına dokunmaya korkuyordum ve kendisine şöyle buyurdum: ‘’Işığa yaklaşın amca!’’

            Adam istediğim yere geçti, gaz lambasının ışığı sararmış cildini aydınlatıyordu.Göğsünün üzerinde ve böğürlerinde benek benek döküntüler yayılmıştı sarı cildinin üzerine. ‘’Gökyüzündeki yıldızlar gibi’’ diye geçirdim aklımdan ve içimden irkilerek adamın göğsüne eğildim, göğsüne baktıktan sonra gözlerimi yüzüne çevirdim. Önümde kırk yaşlarında, kül rengi kirli sakalları keçe gibi olmuş, şiş gözkapaklarının örttüğü küçük canlı gözleri olan bir adam vardı. Çok şaşırtıcı ki, o küçük gözlerin içinde vakar ve özsaygı okunuyordu.

            Adam sıkkın ve kayıtsız bir tavırla gözlerini kırpıştırarak kemerini düzeltiyordu.

            ‘’Bu o işte, frengi’’ diye tekrarladım kendi kendime karamsarlıkla. Devrimin başında, üniversite sıralarımdan doğruca ücra bir köye savrulmuş bir doktor olarak, meslek hayatımda ilk kez karşılaşıyordum frengiyle. Bu frengi vakasıyla da şans eseri karşılaşmıştım. Adam boğaz şişmesi şikayetiyle gelmişti. Frengiyi aklımdan bile geçirmeden , mekanik bir tavırla adama soyunmasını söyledim ve o an gördüm yıldız döküntüyü. Bütün belirtileri, kısık sesini, boğazındaki korkunbç kızarıklığı, yine boğazındaki tuhaf, beyaz lekeleri ve göğsündeki mermerimsi döküntüleri birleştirerek sorunun ne olduğunu tahmin ettim. İlk iş, korkuyla ellerimi civa klorürlü bir topakla ovuşturdum. ‘’Galiba ellerime öksürdü’’ diye huzursuz edici bir düşünceyle zehirlenmiştim. Sonra çaresiz bir halde, tiksintiyle elimde hastamın boğazını muayene ettiği cam spatulayı çeviriyordum. ‘’Nereye koysam bunu’’ diye düşünürken, pencerenin önündeki pamuk yumağının üzerine koymaya karar verdim.

            ‘’Pekala şimdi bakın…hımm…anladığım  kadarıyla…hatta kesinlikle öyle…çok kötü bir hastalığa, frengiye yakalanmışsınız’’ dedim çekinerek. Adamın ödü kopacak sanmıştım. Fakat zere gerilmiş, korkmuş değildi. Çağrıldığını duyunca yuvarlak gözlerini çeviren bir tavuk gibi yan yan, şüpheyle bakıyordu bana. Bu yuvarlak gözlerde beni hayrete düşüren bir güvensizlik fark ettim.

            ‘’Frengi olmuşsunuz’’ diye tekrar ettim yumuşak bir sesle.

            ‘’O da nedir?’’ diye sordu mermerimsi döküntülü adam.

            Oracıkta şehirdeki üniversite hastanesinin kar beyazı koğuşları, öğrenci kafalarıyla dolu amfi, zührevi hastalıklar profesörünün kır sakalı gözümün önünde belirdi. Fakat hemen kendime gelip üniversite amfisinden bin beşyüz verst, en yakın demir yolundan kırk verst ötede olduğumu ve gaz lambasının ışığında durduğumu hatırladım. Beyaz kapının ardından sırasını bekleyen hastaların uğultusu duyuluyordu. Dışarıda hava kararmaya devam ediyor, yılın ilk karı havada uçuşuyordu. Hastaya öbür giysilerini de çıkarmasını söyledim ve iyileşmeye başlayan ilk lezyonu buldum. Artık hiç şüphem kalmamıştı ve kendimden emin bir şekilde kesin teşhisi koyduğum zamanlarda olduğu gibi yine bir gurur duygusu gelmişti içime.

            ‘’Giyinin’’ dedim, ‘’frengi olmuşsunuz! Bu tüm vücudu etkileyen ciddi bir hastalıktır. Uzun süreli bir tedavi görmelisiniz!’’

            Bir an duraksadım, çünkü aman ya Rabbi, olur şey değil, bu tavuk gibi yan bakışlarda alayla karışık bir şaşkınlık okudum.

            ‘’Boğazım şişti o kadar’’ dedi hasta.

            ‘’Evet, işte bu yüzden şişmiş. Göğsünüzdeki döküntüler de bu yüzden. Göğsünüze baksanıza.’’

            Adam başını indirip göğsüne baktı. Gözlerindeki alay kıvılcımı sönmüyordu.

            ‘’Boğazımı iyileştirseydiniz bari’’ diye karşılık verdi.

            ‘’Ne diyor, kendinde mi bu’’ diye düşündüm biraz sabrım tükenerek. ‘’Ben frengi diyorum, adam hala boğazının derdinde!’’