İşte bu da benim hayata bakış açım. Hani söz uçar, yazı kalır diye bir gerçeklik var ya…Ben de senelerdir hastalarımla ilgili o kadar anı biriktirmişim ve bunu tıbbi edebiyat dünyasına armağan etmişidir. Derler ya ‘’beşer nisyan ile maluldür.’’ Yani yazmazsan unutursun, bir daha da hatırlanmaz o yaşanmışlık… Hani o söz de çok hoşuma gider…’’Göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü şişermiş!’’

            Öyle anılarım vardır ki…mağdur olan birçok insanın hayat hikayesini yazmaya çalışmışımdır. Mesela onlardan birisi o yazımdadır… ‘’Ve Fahriye Abla Ağlıyordu.’’ Bir başkası  da ‘’Bir İzzet Teyze.’’

            Okumuş olduğum o kitaptaki ‘’Yıldız Döküntü’’ adlı bölümde de bir kadının dramından bahsedilmekte. Bu bölümdeki edebi dil çok hoşuma gittiği için son bölümü de köşeme taşımadan edemedim. Yani olmuşken tam olsun istedim. İşte o bölümün sonu ve yazmaya başlıyorum…

            Olgunlaşmış ve ne istediğini bilen, hatta bazen suratsız biri olmuştum. Görev sürem bitince üniversitemin bulunduğu şehre geri döneceğimi ve mücadelemin orada daha kolay olacağını hayal ediyordum.

            Yine böyle kasvetli bir günde genç ve güzel mi güzel bir kadın geldi muayenehaneme. Kucağında kundaklanmış bir bebek, yanında da kendilerine büyük gelen çizmelerle düşe kalka yürüyen iki çocuk vardı. Annelerinin kısa mantosunun altından görülen mavi eteğinin arkasına saklanmış duruyorlardı.

            ‘’Çocuklarda döküntü başladı birdenbire’’ dedi al yanaklı genç kadın ciddi bir tavırla.

            Annesinin eteğini tutan küçük kızın alnına dikkatle dokundum. Kız eteğin kıvrımlarına saklanıp gözden kayboldu ve kendini göstermedi. Eteğin öbür ucundan oldukça tombul yanaklı küçük Vanka’yı yakalayıp onun da alnına baktım. İkisinin de ateşi normaldi.

            ‘’Canım, bebeği soy lütfen!’’

            Kadın küçük kızı soydu. Vücudunda o kadar çok döküntü vardı ki ayaza kesmiş bir gecede gökyüzünün halini andırıyordu. Baştan ayağa her yerinde rozeoller ve sızıntılı papüller vardı. Vanka elimden kurtulmaya çabalıyor ve uluya uluya ağlıyordu. Demyan Lukiç yardım için yanıma geldi.

            ‘’Soğuk algınlığı değil mi?’’ diye sordu anne sakin sakin bakarak.

            ‘’Ah, ah…soğuk algınlığı ya’’ diye homurdanı Demyan Lukiç, ağzını bir acıma ve tiksintiyle çarpıtarak. ‘’Korobova’da herkes aynı soğuk algınlığına yakalanmış.’’

            ‘’Bunun sebebi ne?’’ diye sordu anne, onun benekli göğsüne ve böğürlerine baktığım sırada.

            ‘’Giyin’’ dedim. Ardından masama geçip başımı ellerimin arasına aldım ve esnedim. Sonra: ‘’Çocukların gibi sen de ‘kötü hastalığa’ yakalanmışsın. Tehlikeli ve korkunç bir hastalığa…Hepinizin derhal tedaviye başlaması ve uzun süre de devam etmesi gerekiyor’’ dedim.

            Bir kadının canlı mavi gözlerinde sözlerinizin inandırıcı gelmediğini görüp de bunu kelimelerle anlatmanın bu denli zor olması çok üzücü. Kucağındaki bebeği kütük gibi çevirip bacaklarına aptal aptal bakarak sordu:

            ‘’Bunlar neden olmuş peki?’’

            Sonra çarpık bir gülümseme yayıldı dudaklarına…

            ‘’Nedeni önemli değil’’ diye karşılık verdim günün ellinci sigarasını yakarak, ‘’tedaviye başlamazsanız çocuklarınıza ne olacağı bibi başka şeyler sorsanız daha iyi edersiniz.’’

            ‘’Ne olacak? Hiçbir şey olmaz’’ diye cevap verdi ve bebeği kucağına sarmaya başladı. Önümde, sehpanın üzerinde bir saat duruyordu.

            Şimdi hatırladığım kadarıyla üç dakika kadar konuşmuştum ki kadın hüngür hüngür ağlamaya başladı.

            Zalimce ve korkutucu sözlerimden dolayı akan bu gözyaşları çok memnun etmişti beni, çünkü bir tek onlar sayesinde konuşmamın devamını getirebiliyordum: ‘’Öyleyse kalıyorlar. Demyan Lukiç onları binaya yerleştirin. 2.Hasta odasında tifolu hastaları tedavi edeceğiz. Yarın şehre gidip yataklı frengi hastalarına bir özel bölüm açmak için izin alacağım.’’

            Sağlık memurunun gözlerinde büyük bir merak uyandı birden.

            ‘’Fakat doktor bey’’ dedi, ‘’yalnız nasıl başa çıkarız böyle bir şeyle? Ya ilaçlar? Fazla hastabakıcımız yok. Ya yemeği kim yapacak? Sonra bulaşıklar…Peki ya iğneler ne olacak?’’

            Başımı öylece donuk donuk sallayarak karşılık verdim:

            ‘’Halledeceğiz!’’

            Karla kaplı yan binanın üç odasını teneke abajurlu lambalar aydınlatıyordu. Yataakların üzerlerinde yırtık çarşaflar örtülüydü. Hepi topu iki şırınga vardı. Küçük bir adet bir gramlık ve bir adet beş gramlık frengi iğnesi…Kısacası durum içler acısıydı, karın neden olduğu bir sefaletti.  Fakat birkaç kere korkudan buz kesilerek henüz benim için yeni bir şey olan muammalı, uygulaması zor Salvarsan iğnesi yaptığım şırınga ayrı bir yerde duruyordu gururla.