Onu senelerdir tanıyordum. Hep kızı ile gelirdi hastaneye, nitekim o ayrılmaz ikili yine karşımdaydı poliklinikte. Suriye’li bu göçmen Muhammed bey deyim yerindeyse o ülkenin ‘’mürekkep yalamış’’ takımındandı. Her gelişinde ağarmış saçları ve üzgün bakışları ile bana bakar ve kibarlığından koltuğa yaslanmayıp hafifçe öne kaykılarak otururdu ve iki elini de önden birleştirip derin düşüncelere dalardı. Bunu elbette vücut dilinden okuyordum. Fakat bu sefer karşımda gözlerinin içi gülen bir Muhammed bey ile karşı karşıyaydım. Kızı Leyla da gülücükler dağıtıyordu adeta.

            ‘’Muhammed bey geçmiş olsun, prostatınız büyük, ameliyat gerekebilir, ama siz şimdilik bu ilaçlarla idare edin’’ diyordum.

            Tebessüm ediyordu. Her zamanki mahzun hali gitmiş, yerine neşeli bir insan gelmişti. ‘’Şu ilaçlarıma çıkardığınız rapor bitti, onu uzatabilir misiniz, zaten ameliyat gerekirse döndüğümde Suriyemde yaptırırım. O karanlık günler bitti. Artık El Muhaberat korkusu olmadan ülkemde dolaşabileceğim’’ diyordu.

            Bilgisayardan doğum yerine bakıyordum. ‘’Damascus’’ diye yazıyordu, ama doğrusunu söylersem bu şehri bilmiyordum.Sormadan edemeyecektim.

            ‘’Leyla Şam’ı, Halep’i, Humus’u ve Hama’yı biliyorum da bu nerede, Şam’a yakın mı?’’

            Leyla hafifçe gülüyordu ve babasına yandan bakıyordu. Yani sanki ‘’baba sen izah et’’ der gibiydi. ‘’Hocam’’ diyordu Muhammed bey, ‘’Damascus Şam demek…İngilizce söylenişi yani!’’

            İçimden de ‘’şimdi bana ne cahil adam diyecekler, Damascus’un Şam demek olduğunu bilmiyor bu adam’’ diyordum. ‘’Aleppo’nun Halep olduğunu biliyordum, ama Damascus’u bilimiyordum. Bu bir samimi itiraftır, cehaletime verin’’ dediğimde Leyla ‘’estağfurullah hocam’’ diyordu.

            Muhammed bey refleksi bir hareketle ayağa kalkıp ellerini açıyordu…’’Altmış senelik bu firavun rejiminden bizi kurtaran Allaha hamdolsun’’ dediğinde ben de şaşırmıyor değildim yani. Bir vicdanın ve yüreğin isyanıydı bu adeta. O anda o söz aklıma geliyordu: ‘’Vicdan asla unutmaz!’’ Bu insanın acısını anlayabiliyordum. Zira 11 senedir gurbetteydi.

Ülkesinden uzaktı ve acı çekiyordu.Kolay mıydı yerini yıurdunu terkedip bir başka ülkede yaşamaya çalışmak, hayata tutunmaya çalışmak. O söz Tolstoy’a aitirr ve aklıma geliyordu o an…’’Acı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın!’’

            Burada bir düşüncemi sizlerle paylaşmak istiyorum…Bu konuda yazmaya epeydir hevesliydim, zira ‘’başkalarını acısını duyabiliyordu yüreğim.’’ Ama bir yaşanmışlık var bende… Zira BAAS diktatörlüğünden bahsettiğimde meseleye ideolojik pencereden bakan birileri hemen o klişe cümleye şöyle başlıyordu:’’Ama…’’ Nasıl yani? Ben de hemen yapıştırıyordum cevabı: ‘’Ama deme, Hama de!’’ Zira ben üniversite öğrencisiyken bu Hama katliamı basında genişçe yer almıştı. Hatta ondan birkaç yıl önce bir kitap okumuştum. Sanırım adı şöyleydi: ‘’Suriye Bu hale Nasıl Düştü.’’ Yazarını şu anda hatırlayamadım. Yani bir katliama insan ideolojik bir pencereden nasıl bakar, inanın bunu benim havsalam almıyor.

            Neyse…Muhammed bey söze devam ediyordu…’’Şam Üniversitesinde öğretim üyesiydim. Aslında biz Hama’dan Şam’a gitmişiz. Ordaki katliamları da bilirim, anlatayım mi’’ dediğinde koridordaki hastaların sesini duyuyordum ve kapıya bakıyordum.

            ‘’Leyla öğle arasında kafede otursak da bana anlatsanız, olmaz mı’’ dediğimde onaylıyordu ve yemekten sonra kafede buluşuyorduk.  Çayını yudumlarken başlıyordu anlatmaya Muhammed bey…

            ‘’Hama’da akrabalarımız vardı. Orada rejime isyan başlamıştı. Hama’nın etrafı General Rıfad Esed komutasındaki özel kuvvetler tarafından kuşatılmıştı.Bu Rıfad, Hafız Esed’in kardeşidir ve çok zalim bir adamdı. Birkaç gün sonra oradan kaçan birisi bana Şam’da ulaştı ve akrabalarımdan birkaç kişinin katliamdan kaçıp bir dere yatağında saklandığını  ve benim kurtarmamı beklediklerini söylediğinde karar verdim ve o kişiyle yola çıktık. Hama’ya gidiyoruz arabamla. Ama gel gör ki kalbimiz yerinden çıkacak sanki. Plan yapmıştık. Ben Halep’teki bir toplantıya katılacağım güya. Arkadaşım da başkasının kimliğini aldı. Hama’ya yaklaşınca askerler önümüzü kesti ve kimlik sordular.  Kendimi tanıttım, ben kurtardım, ama yanımdakinin kimliğine bakıp inceliyorlar. Neyse biliyordum rüşvet istediklerini ve tedarikliyim. Cebimden bir tomar para çıkarıp askerin cebine sıkıştırdığımda kimliği iade etti ve sağ eliyle işaret etti…’Gidebilirsiniz!’… Devam edip sağa ilçe yoluna saptığımızda  epey gidip o dere kenarına geldiğimizde artık korkuyu atmıştık ve askerlerin bizi duyması mümkün değildi. Bir ıslık çalıp adımı da söyledim ve ‘çıkın, biz geldik’ dediğimde otların ve çalıların arasından kafalarını çıkarıp bize bakıyorlardı. Sarılıp ağlaştık ve onları da arabama alıp Halep’e hareket ettik. Geri dönüp Şam’a gidecek halimiz yoktu elbette.’’

            Muhammed bey arada bir alnındaki teri silmekteydi. Saatime bakıyorum…’’Poliklinik saati de gelmiş, sizi de yorduk, yaranızı deştik’’ dediğimde ellerime dokunuyordu.

            ‘’Muhammed bey ön teker nereye giderse arka teker de onu takip eder. Beşar da Hafız’ın yolundan gitmiş’’ diyordum…