Dediğim gibi Saygın Hocamın odasına adımımı attığım an beynime üşüşen soru işaretleri ve endişe beni adeta esir almıştı. Hani derler ya '2bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü!'' Elbette çağrılabilirdim hocam tarafından, ama işte endişe bu... Böyle durumlarda beyin hep kötü senaryolar yazar ya... Yani endişe bulaşıcı bir hastalık gibidir, bir uzuvdan diğerine sirayet eder durmadan...
Neyse, ilk işim hocamın vücut dilini okumak oluyordu. Elbette endişeyle yüzüne bakmaktaydım. Ayaktaydım ve bir asker gibi hazırol vaziyetinde bekliyordum. O anda kendimi bir emireri, hocamı ise bir general gibi görüyordum ne yalan söyleyeyim...Aslında hocam ufku geniş, dünyayı ve hayatı çok iyi okuyan bir kişiliğe sahipti, ama ben üzerimdeki o psikolojik baskıyı bir türlü atamıyordum ki...O sırada bir telefon geliyordu ve konuşmaya başlamıştı. Konuşması bitince kahvesinden bir yudum daha alıp yüzüme bakıyordu ve sağ eli ile karşı koltuğu işaret ediyordu. ''Otur evladım şöyle!'' O ''evladım'' sözü beni o an öylesine rahatlatmıştı ki! Ben ise saygımdan ''hocam oturmayayım, böyle rahatım'' dediğimde tebessüm ediyordu. Evet, evet tebessüm ediyordu... ''Kapıyı iyice kapat ve otur evladım'' diyordu tekrar... Kapıyı aralık bırakmışım meğer. Sanki hemen kaçayım der gibi. Onun odasında ilk defa oturuyordum. Yani ''milli olmuştum.'' Koltukta yaslanacakhalim yoktu ya... Belimi hafif öne doğru kavislendirip iki elimi de birleştirmiştim. Hani buna oturmaktan çok ''ilişmek'' desek daha doğru olur...
Yazının başlığında bu oda için ''kasvetli'' sıfatını kullanmam abartılı bir ifade gibi gelebilir bazılarına. Ben gerçekçi bir insanım, düşündüklerimi olduğu gibi ifade etmekten büyük haz duymuşumdur her zaman. Evet, bu durum bütün asistanlar tarafından böyle algılanırdı, asistan odalarında bu oda bu sıfatla anılırdı. Bunu hocamız için asla bir kusur olarak yorumlamıyorum. Benim penceremden okuduğum hayatın bir gerçeği olarak belirtiyorum sadece... Yorumlarımı daha da uzatabilirim, ama kısa keseceyim...
Neyse, sadede gelelim biz... Benim için de bir kahve istiyordu. İçerken masasını gözünden büyük bir sarı zarf çıkarıp masasına koyuyordu. Açık konuşalım, o an içimden şöyle diyordum: ''Acaba yeterliliğimi imzalamadı da bana kapıyı göstermeden ilk ve son kahveyi mi içiriyor?'' Şeytan insanın damarlarına bir kere girmemiş olsun. Kalbim çarpmaya başlamıştı ve tırnaklarıma kadar terlemiştim ne yalan söyleyeyim...''Bak evladım'' diyordu, ''bu kadar asistanın içinde seni seçtim, çünkü sen hem dürüstsün, arı durusun, hem de ketumsun. Dikkat ediyorum da iki senedir az ve öz konuşuyorsun. Hani geçen sene kliniğin mali işlerini de sana bu yüzden verdim ya!''
Anlamamıştım, böyle durumlarda insanın elleri vücuduna adeta yük olur ya... Ellerimi zaman zaman kilitleyerek dinliyordum. ''Teşekkür ederim hocam'' diyordum, ''güveninize layık olmaya çalışacağım.''
Zarfı uzatıyordu... ''Bak biliyorsun birkaç gün sonra asistanlık sınavı var. Bunlar o sınavın soruları. Bak çok gizli bir meseleyi seninle paylaşıyorum. Bu sorular elle yazıldı. Şimdi sen bu zarftaki soruları evde daktiloya çekeceksin. Sana iki gün süre veriyorum. Ama uçan kuştan bile sakınacaksın bu sırrı!''
Yutkunuyordum ve gözlerim yaşarmıştı ve ruhumda da hoş rüzgarlar esmeye başlamıştı. Başımı öne eğip konuşuyorum, ama sesim de titriyordu...''Hocam güveninizi boşa çıkarmam. Bu sorular benim vicdanıma emanet. Hep zorluklardan geçerek geldim, ama gözüm tok şükür ki! Dünyayı önüme serseler dönüp bakmam!'' Dilim çözülmüştü adeta...Hocamın karşısında taksitle ve kelimeleri tarta tarta konuşan bir insandan, uzun cümleler kuran bir insana dönüşmüştüm birden bire...''Biliyorum evladım, bu yüzden de bu görevi sana veriyorum. Ondan hiç şüphem yok'' diyordu. Ve ayağa kalkıp zarfı bana uzatıyordu. ''Haa evinde daktilo var mı'' diye soruyordu. Benim gibi ay sonunu zar zor getiren gariban bir asistanın evinde daktilonun ne işi vardı! ''Yok hocam'' dediğimde tebessüm ediyordu ve sekreteri arıyordu... ''Fatma odandaki en küçük ve hafif daktilolardan birisini hemen odama getir!'' Ve getirilen daktiloyu ve zarfı veriyordu. Tam çıkıyordum ki arkamdan uyarıyordu... ''Bak, güvenimi boşa çıkarmayacağını biliyorum, ama yine de söyleyeyim, tek bir bilgi sızarsa asistanlığın gider!''
Gözlerim yaşarmıştı. Sağ elimin işaret parmağı ile kalbimi işaret ediyordum... ''Hocam buraya emanet! Bana yakışmaz! Dünyayı verseler dönüp bakmam!''
Odama doğru yürüyorum. Tam adımımı attığımda hiç ummadığım bir sürprizle karşılaşıyordum. O da ne! En samimi arkadaşım Enis ve eşi odamda oturmuyorlar mı! Sarılıyoruz... ''Epeydir odandayız, misafir geldik!''
''Bu ne sürpriz Enis!''
''Hani bir şansımı deneyeyim dedim. Hani biliyorsun asistanlık sınavı var ya! Nasipte varsa olur inşallah'' demez mi!
O anda ona boş gözlerle bakmaktaydım. Elbette evimde misafir edeceyim. Odamdan çıkarken daktiloyu da yanıma aldığımı görünce Enis soruyordu: ''Bunu niye aldın yanına emioğlu?''
Bir cevap bulmalıydım. ''Sorma, iki gün sonra seminerim var, evde yazacağım da... Hastanede işten başımı kaşıyamıyorum ki!''
Ve eve varıyoruz. Eşime durumu anlatıyorum. Akşamları ayrı bir odaya çekilip yazmam gerek. ''Ben zamana karşı yarışıyorum, odama çekilip seminerimi yazayım'' diyorum ve kapıyı da arkadan kilitlemeyi ihmal etmiyorum. Öyle ya bir karakter sınavı vermekteyim. Kendi kendime de söylenmekteyim... ''Alnımın akı ile şu soruları hocaya bir teslim edebilsem!''
Ve iki gün sonra elimdeki zarf ile hocamın odasına giriyorum... ''Hocam buyurun... Üstümden büyük bir yük kalktı'' diyorum ve teslim ediyorum.
Biliyorum, o arkadaşımın sınav sonucunu merak ediyorsunuzdur. Ne yazık ki kazanamadı, ama ben de vicdanımı satamazdım ya!