Tam üçüncü geceydi. Yola çıktıklarında, uzak illere varma umudu onlara güç veriyordu.

Ama çok yorulmuşlardı. Canay’ın sırtında Akçar Bebesi, Hüsref’in sırtındaki torbada birkaç giysi, çul çaput vardı. Canay:

Hüsref adım atacak halım galmadı. Dizlerimin bağı çözülür.

Tamam, durup az soluklanak. Zaten tan da atmaya yakındır.                                                                                  

Dolu dolu akan arığın yanına çöktüler. Hüsref sırtındakileri indirdi. Arıkta elini yüzünü yudu ve doyasıya içti. Canay, bebesini usulca indirip yere yatırdı, sonra çıkınını açtı. Bir iki kuru ekmek parçası, bir soğan, biraz da çökelek… Başka azıkları da kalmamıştı.

O kadar yorgun, o kadar bitkinlerdi ki; lokmalar boğazlarında kalıyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Canay, Akçar Bebesini kucağına aldı. Bebe ter içindeydi. Akara elini uzatıp ıslattı, Akçar’ın yüzünü, boynunu sildi. Memesini çıkardı, bebesini göğsüne bastırdı.

Dibinde oturdukları adam boyunu geçen kendirler, hafif hafif esen yelle sallanıyor, yaprakları hışırdıyordu. Seher vaktindeki bu ses, sanki bir ninni gibiydi. Seherin bu ılık ninnili kucağında dalıp gittiler.

Mestan Ağa, sabah namazını Bostancı Camisinde kıldı. Bugün, tarlasını sulama günüydü. Mağarabaşındaki kendir çarkı, bugün dönmeyecekti.

Gün iyice ağarmış, güneş tarlanın üstünde yükselmeye başlamıştı. Arık ucundan tarlasına doğru yürümeye başladı. Biraz öteden çocuk ağlaması duydu. “Hayırdır inşallah” diye adımlarını hızlandırdı. Tarlanın ucunda ölü gibi hareketsiz yatan gençleri gördü. Akçar bebe ağlıyor, debeleniyordu. Canay kızın göğsü açık kalmış, memesi görünüyordu. Öylece bitap düşüp, uyuya kalmışlardı.

Mestan Ağa, Akçar’ı kucağına aldı. Sonra gençleri uyandırdı. Canay çok utandı, örtünmeye çalıştı. Mestan Ağa arkasını döndü. Hüsref yekindi, ama zor kalkabildi. Sonra:

Ağam, biz garibig… Uzaktan, Halep’in Paltacık köyünden gelmişik. Buralara gelmişik ki bir iş tutak, bebemizi büyütek.

Hoş geldiniz. Aha bu gördüğünüz şehir de Antep…

Akçar az biraz büyümüş, yürüme talimine başlamıştı. Mestan Ağanın kendirci mağarasının bir köşesinde barınıyorlardı. Mağaranın içi hep ılımandı. Ama rutubet kokusu kötüydü. Bir de kocaman cardınlar vardı. Canay; bu büyük sıçanlar Akçar bebesini ısırır diye çok korkuyordu. Hüsref ise, bazı günler mağarada kendir işinde, bazı günlerde de Mestan Ağayla tarlada çalışıyordu.

Mestan Ağanın hanımı Mehri Bacı, arada bir kendir mağarasına gelir, Akçar bebeyi sever, bazen da Canay’la Akçar’ı evine götürürdü. Eve vardıklarında Akçar’ı çimdirir, Canay’a “sıcak su bol, hadi sen de yun, yıkan” derdi. Mestan Ağada, Mehri Bacı da iyi ve hayır insanıydılar.

Kış gelmiş, havalar iyice soğumuştu. Mağaranın içi yine ılımandı. Ama rutubet köküydü. Akçar kesik kesik öksürüyor, ter suda kalıyordu. Canay çaresiz, bebesini kucağına aldı, Mestan Ağaların kapısına vardı. Mehri Bacı baktı, çocuğun durumu kötü. Hemen hazırlandı. Devlet hastanesinin yolunu tuttular.

Canay kaçak, bebenin kimliği yok. Mehri Bacı aldı kucağına çocuğu. Doktor sordu, Mehri Bacı cevapladı.  

Adı Akçar, bir buçuk yaşında. Benim oğlum. Biraz üşüttük her hal…

Akkçar, oracıkta büzülüp duran anasına doğru uzanıp uzanıp ağlıyordu. Doktor bir Mehri Bacıya, bir de Canay’a baktı ve;

Bu çocuğun anası sen değil misin? "diye Canay’a sertçe sertçe seslendi”

Al şu yavruyu kucağına da söyle derdini.

Söze Mihri bacı girdi.

Bunlar Halep’den gelen gaçgın… Bize sığınıklar. Biz sahip çıkarık bunlara. Burada kimi kimseleri yok bu gariplerin…

Doktor sertçe başını salladı ve Mehri Bacıya;

Hele sen şöyle kenarda otur, dur…” dedikten sonra Akçar’ı soyup, bir güzel muayene etti. Sonra da:

Bu çocuk iyi bakım ister. İyi bakılmazsa kötülenir. “Canay’a dönüp” Sen Türkmen misin, Arap mı? Diye sordu.

Türkmenem dokdur bey.

Akçar ne demek, bilir misin?

Dedesi koydu bu adı. Büyük atalarızdanmış bu ad…

Ben de Türkmen’im. Akçar, güzel ruh, gönlü temiz demektir. Bu çocuğu on beş gün sonra gene görmek isterim.

Akçar’a ne kadar iyi bakılsa da mağara havası iyi değildi. Paltacık Köyünün havası güzeldi ama, orada da geçim yoktu. Ana, baba, gardaş hasreti… Canay’ın içi yanıyordu ama, çare ne? Dönmek olmaz, kalmak da, gaçgın yaşamak da zordu.

Hüsref, Mestan Ağaya:

Sen bizim elimizden tuttun.

 Bize ekmek verdin, yer verdin. Ama oğlum burada ziyan olacak. Ben hem gündüz, hem gece burada olurum. Gündüz nerede dersen orada çalışır, geceleri de buraları beklerim.

Hüsref oğlum, ben de bunu düşünürüm. Mehri Bacın da çok üzülür. Aha şu karşı çıkmazda Ali Bayram’ın yanı başındaki ev, bugün yarın boşalacak. Size orayı tutarık.

Canay, evin dökülen sıvalarını onardı, kireçle bir güzel badana etti. Bahar geldi, hayattaki dut ağacı yeşile döndü. Ama Akçar bebe hep solgun ve halsizdi.

Hüref sabah erkenden Kendir Mağarasına gitti. Canay Akçar’ın başında, elindeki tülbentle ağzını yüzünü, terini siliyordu. Bebesinin nefesi kesik kesik ve benzi iyice soluktu. Bütün gece hiç uyumamışlardı. Hüsref de kendir işine yorgun, uykusuz gitmişti. Gaçgın olmak zordu. Bekçiden, polisten, jandarmadan korkuya, sokağa çıkamıyor, doktora da gidemiyorlardı.

Öğlen olmuştu. Canay hep Akçar’ın başındaydı. Yüreğinde derin bir sızı “Aah anam, yanımda olsaydın…  Gaçgınlık çok zormuş… Akçar’ım ataşa düşmüş, yanar. Bizim kolumuz, ganadımız gırık…” Diye sızlandı, ağladı, dövündü.

Hüsref mağarada deli gibi dolanıyordu. Kendir ustası Hamido Hüsref’’e:

Yeğen, senin ne sıkıntın var? Hele söyle ki bir çare bulak.

Ne deyem ki… Zor! Zor işte… Gaçıp geldik ki eyi ola. Olmadı!.. Bebemiz hasta, biz perişan… Gaçgın olmak zor ağam, zor…

Hüsref, arada bir fırsat bulduğunda, bir koşu eve varıp geliyordu. Akçar hep baygın, hep ateşler içindeydi. En son evden çıkmış, kendir mağarasının girişine varmıştı ki, Canay’ın feryadını duydu.                                                                                                                                                   – Akçar bebem ölüy!...  Akçar’ım ölüy!..

Hüsref geri döndü, Akçar’ı kucakladı, deli gibi koşmaya başladı. Canay da onun arkasından yalınayak koşuyor, bağırıp, feryat ediyordu.                                                                                                                                                                                            – Akçar’ım, bebem ölüy, bebem ölüy… Ooyy anam, neredesin, oooyyy…

Hüsref, başını bir sağa bir sola çevirerek ve çaresiz sorar gibi bağırarak koşuyordu.

Dokdur nerde var?.. Dokdur nerde ola, dokdur nerde ola… Akçar’ım ölüp gider. Dokdur nerde ola… Çare nerde ola?.. Çare nere, dokdur nerde ola?..

Akçar körpecik, günahsız bebe…  Ana babası kaçkın. Akçar’a çare ne ola?.. Kaçkın olmak zor, çok zor…