Şiir aynen böyle diyor... Zira  ''hatırada kalan şey değişmez zamanla!'' Hele o hatıra benim gibi altı yaşında ve de kendi köyü dışında bir belde görmemiş bir çocuğun hafızasında yer etmişse!

            İçimi ısıtan o Haziran ayında anacığım ile bir yolculuğa çıkmanın heyecanı içindeydim. Henüz böyle bir yolculuğu bilmeyen benim için bu hayatımda bir ''ilk''ti. Anacığım akşamdan yol azığı hazırlamıştı. Bir köye gidecektik. Yıllardır evde konuşulan bir borç, yani alacak meselesiydi bu... Borca sadakat ve ahde vefa duyguları ile tanışıyordum ve bize vefasızlık yapan o ''insanımsı insan''a karşı o minik kalbimde kin okyanusu oluşuyordu diyebilirim. Her defasında da şöyle diyordum içimden...''Büyüyüp bir hakim olacağım ve o adamı hapse atacağım!''

            Sadede geleyim... Rahmetli babam sağlığında yüklü miktarda borç para vermiş o köylüye ve  ödemediğini de ifade etmekteydi anacığım. O köy de Köroğlu köyüydü ve adamın adı da galiba Rıza'ydı. Erkenden kalkıp yola çıkmıştık anacığımla. Bir sarı çiçek ve de yeşillikler okyanusunda ilerliyorduk adeta... Hiç unutmam anacığım azığın içine bir de hançer koyduğunda şaşırıp sormuştum da şu cevabı vermişti: ''Ne olur ne olmaz... Kurt kuş rast gelir de!''

            Göreşken'in yaylasını geçtiğimizde ileride bir koyun sürüsü görüyoruz ve iki çoban köpeğinin bize doğru gelmekte olduğunu görüyoruz. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor o an... O sırada çoban koşup geliyor ve ıslık çalarak köpekleri uzaklaştırıyor  ve ben de rahatlıyorum. Gölündüzü denilen yeri geçince yol sola doğru kıvrılıyor ve o tepeyi de aşınca bir gözenin başında buluyoruz kendimizi. Acıktığımı söyleyince anacığım azığı açıyor ve o helvadan boğulurcasına yiyorum.

            Yola devam...Bir bilinmeze doğru gitmekteyiz. Anacığım yolda adama laf saymadan edemiyor... ''Bu sefer de vermezse parayı, Bardız'a gidip jandarmaya şikayet edeceğim!''Hırsını alamamış olacak ki devam ediyor... Ne yapayım, balık kılçığı olup boğazına yapışsın.!'' İfade edilenleri tam anlamıyorum, ama o öfke dalgası bende büyüdükçe büyüyor o an. Uzaktan gelen bir atlıyı görüyoruz, yol soruyoruz ve ufku işaret ediyor... ''Şu tepeyi aşınca köy hemen karşınıza çıkacak!'' Ümitleniyoruz, ama git git... Köroğlu Köyü ortalarda yok... Seneler sonra bende demene yanılma sonucu oluşan o kanaatı yazayım...''Köylünün zaman ve uzaklık kavramlarını üç ile çarpacaksın!'' Zira gide gide, sora sora nihayet bir köy görmüştük. Anacığım ''işte Köroğlu'' dediğinde rahatlamıştım.

            ''Hatırada kalan şey değişmez zamanla.''  O yaylanın fotoğrafını çekmiş gibi beynim... Evet, bir yamaçta kurulu o yaylaya yaklaşıyoruz. Hani ''o afyon ruhu gibi mahalleden'' diyor şair, ama burada ne mahalle var, ne de çatı... Elbette olmayacak. Bizim köyde var mıydı ki! Ağıllar ve derme çaatma yayla evleri. Belki de nice draamları bağrına basan bu yaylaya girdiğimizde bir çocuğa Rıza'nın evini soruyoruz. Üzerinde kara mandır olan o çocuk bir an burnunu çekiyor ve önümüze düşerek o evimsi eve götürüyor. Etrafımızda da yine köpekler dolaşmakta... Çocuk içeriye bağırıyor: ''Nazo abla, misafiriniz var!'' İçeriden yaşmaklı bir kadın çıkıyor. Arkasında da ürkütmeden sayamayacağımız kadar çocuk...Hani anaç kaz önden gider, arkasından da kaz yavruları onu takip eder ya! Aynen öyle... Güneş karşıdan vurduğu için kadıncağız sağ elini alnına şemsiye yapıp bize doğru geliyor... ''Hoş gelmişsiniz'' dediğinde anacığım da kendini tanıtıyor ve Rıza'yı soruyor. Kadın ''ben onun ikinci karısıyım'' dediğinde şaşkınlık geçiriyorum bir an... Zira bir insanın bir karısı olur gerçeğine inanmışız hep ve böyle bir örnekle ilk defa karşılaşmaktayım. Kadın bizi içeriye davet ediyor. Ağılın kenarından bir odaya giriyoruz. Oradan da ikinci bir kapıdan geçipiçeri odaya varıyoruz. Ortada bir soba ve üzerinde bir kazan ve belli ki yemek kaynamakta... Bir seki ve üzerinde minderler... Köşede bir yüklük ve  çok sayıda yorgan ve döşek göze çarpıyor. Bu bana bir zenginlik alameti gibi geliyor o an. ''Amma da çok yatakları varmış'' diye düşünmeden edemiyorum o an... Biraz sonra içeriye bir kadın daha giriyor, kendisini tanıtıyor: ''Rıza'nın ilk karısıyım!'' Yani kıdemli... İkinci karısının kendisine ''abla'' diye hitap ettiğini görüyorum. ''Karnınız aç mı'' diye sorduklarında anacığım sağ elini göğsüne götürüp ''sağ olun var olun da biz akşam olmadandöneceğiz. Karanlığa kalmayalım. Rıza efendiyi çağırın da meselemizi konuşalım'' diyor. İlk hanım odadaki bir düzine çocuktan birine sesleniyor: ''Ola Memo get babanı çağır!'' Çocuk fırlıyor ve o sırada hanım sofrayı hazırlamakla meşgul. Duvarlar taştan ve boyasız...Loş bir oda... Üstten bir baca var, ama aydınlatmak için yeterli değil elbette. Duvarda 2 tane gaz lambası göze çarpmakta.

            İki ayrı yer sofrası kuruluyor... Birinde çocuklar dizili... O sırada içeriye bir erkek giriyor. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam... Çizgili bir gömlek var üzerinde. Pala bıyıkları üstten sarkmış...Eşi ''bizim adam'' dediğinde Rıza ile tanışma şerefine nail oluyoruz. ''Bacım hoş geldin sefa geldin... Başım gözüm üstüne geldin'' diyor. İçimden de ''ne iyi bir insan'' diyorum. Anacığım da kendini tanıtınca Rıza'nın yüzü biraz ekşir gibi oluyor.

            Sofraya oturuyoruz, ayran aşı varmış... O sırada Rıza karısına ''o güzel kaşıkları getir'' diyor ve önümüze cilalı ve resimli o ağaç kaşıklar geliyor. Anacığım söze giriyor: ''Rıza efendi o borcu almaya geldim. Biz de ihtiyaç sahibiyiz. Çocukların okul masrafları var hani!'' Rıza yutkunuyor ve ''borç benim borcum, elbette ödeyeceğim. Yalnız şu an elim darda. On gün sonra ben getirip elimle teslim edeceğim'' diyor. Anacığımın yüzü geriliyor: ''Kışın da haber göndermiştim, ama ödemedin!'' Rıza o sırada duvarda asılı Kuranı Kerimi gösteriyor: ''Bak şu kurana el basarım ki on gün sonra para elinde... Dinime imanıma... Ben kul hakkı yer miyim! Yerin altı var!''

            Rıza'nın alışılagelmiş sahte manevraları karşısında yediklerimiz adeta boğazımıza düğümleniyor o an... Sofradan mahcup bir şekilde kalkıyoruz. Vakit ilerlemeden yola çıkıyoruz. Yayladan birkaç yüz metre uzaklaşınca dönüp bakıyorum. Anacığım da kıbleye dönüp şu temennilerde bulunuyor: ''Ya İlahi görüyorsun! Bu Rıza'yı bildiğin gibi yap!''

            Bir süre yol geliyoruz. Bu sefer beddular başlıyor. Bir taşın üzerinde oturup dinlenirken anacığım ağlamaya başlıyor... ''Balık kılçığı olup boğazına saplansın! Katran olsun! Kefen parası olsun!'' Yola koyuluyoruz ve evimize varıyoruz.

            On gün doluyor. Rıza ortalarda yok yine... Bir kul borcu ile ötelere gtmeyi tercih ediyor Rıza...