Komşu kızı Şükran komşu oğlu Hasan’a gönlünü kaptırdı. Oysa Şükran’ı üvey babası askerden yeni dönen oğluna istiyordu. Bu evliliğe hem Şükran hem de anası Zehra kadın karşı çıkınca İbrahim Hoca oğlunu alel acele yakın köyden bulduğu Fatma’yla evlendirdi.
Senesine varmadan Fatma tosun gibi bir oğlan doğurdu. Durdu, oğluna babasının adını koydu. İbrahim bebek kucaktan inmiyor, onu en çok da dedesi seviyordu. Durdu’nun doğru dürüst bir işi, mesleği yoktu. Babası yazları evde kendi yaptığı dondurmayı satar, diğer zamanlarda da okuma yazma bilen biri olduğu için kimine arzuhal, kinine asker mektubu yazarak pek harçlıksız kalmazdı. Oğlu Durdu dondurma işini hem sevmiyor hem de beceremiyordu.
O günlerde bir haber sadece bizim mahallede değil, her yerde herkesin dilinde:
“Alaman Hökümeti sağlam yapılı Türk gençlerini işe alacakmış” diye dolanıyordu.
Okuma yazma bilen İbrahim Hoca işini çabucak halledip tek çocuğu Durdu’yu Hollanda’ya yolcu etti. O sıra Torunu daha üçüncü yaşına basmamıştı. Fatma gelinin içi sızlasa da bir şey demiyor, diyemiyordu. Tam da işte o günlerde mahallede Şükran’la Hasan’ın davullu zurnalı düğünleri yapılıyordu.
Hasanların avlusunun alt köşesine düğün öncesi küçük bir oda yapılmıştı. İşte o oda gelin odası olmuştu. Hasan’la Şükran çok bekleseler de sonunda muratlarına ermişti. Banu kadın da gelinini seviyordu.
Aradan bir yıl geçmiş, Şükran annelerine müjdeli bir haber verememişti. İki anne kapı komşuydu. Günde bir iki kez zaten buluşup konuşuyorlardı. Son altı aydan fazladır da tek konu Şükran’ın hamile kalmayışıydı.
Telaş ve karamsarlığın tam zirve yaptığı dönemde Şükran beklenen müjdeyi verdi. Böylece annelerin yeni, güzel ve eğlenceli telaşı başlamış oldu. Biri “ben bugün yeni patik örmeye başladım bak” diyor, öteki “bende bir yelek daha öreyim bari” diyordu. Bazan da “biz bunları örüyoruz da kız mı olacak, oğlan mı olacak bilmiyoruz” diyorlardı. Bazan da “ya ikiz olursa” denildiğinde öbürü hemen “ikiz olsa, üçüz olsa da ördüklerimiz yeter de artar bile” deyip gülüşüyorlardı.
Evin bulunduğu sokakta dokuma tezgahında çalışan Hasan’ın kazancı geçinmelerine yetiyordu. O da gelecek çocuk için kenara üç beş bir şeyler koyma gayreti içindeydi.
Sonunda Salime bebek dünyaya merhaba dedi. Getirdiği mutluluk evden sokağa, sokaktan mahalleye taştı. Büyük anneler birbirine sarılıp sarılıp sevinçten ağlıyordu.
Salime çok güzel bir bebekti. Daha bir aylıkken gülücük atmaya başlamıştı. Hasan sabırsızlanıyor, bebek görmeye gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu.
En sonunda Hasan bir iki saat arayla yakın olan işyerinden eve koşuyor, Salime’yi kucağına almak istiyordu. Anası hemen “oğlum, sen aklını mı yitirdin? Çocuk bu kadar rahatsız edilmez.” Diye sitem ediyordu.
Salime bebek emekledi, sonra odanın duvarına tutunarak düşe kalka yürümeye başladı. İlk diş çıkardığında çok çok ağladı ama bu da ayrı bir sevinçti. Anneanne babaanne elbirliği yaparak koca bir tencerede buğday kaynatıp hedik yaptılar. Üzerine şeker konulmuş hediği tas tas, tabak tabak konu komşuya, yoldan geçenlere dağıttılar.
Tüm gözler hep Salime’nin üstündeydi. Büyümesi sanki saniye saniye, milim milim izleniyordu. Aslında o da her çocuk gibi çocukluğunu yaşamak istiyordu. Sokakta oynayan kızlı oğlanlı çocukların coşkulu sesleri sanki onu da sokağa davet ediyor, çağırıyordu ama, ona izin verilmiyordu.
İlk sokak izini dört yaşında verildi. Ancak sokak oyunlarında çok acemi, çocuklara da biraz yabancı gibiydi. Eve çağrılınca da hep ağlıyor, içeri girmek istemiyordu. Şükran ve Hasan ona bir kardeş vermeyi çok arzu etseler de olmuyordu. Salime de kardeş boşluğunu sokaktaki arkadaşlarıyla doldurmak istiyordu.
Durdu yazdan yaza izine gelip yirmi gün, en fazla bir ay kalıp gidiyordu. İbrahim yedi yaşına gelmiş, okul çağındaydı. Bu son gelişinde Fatma’yla oğlu İbrahim’i de götürmek istiyordu. Aile pek istemese de gitmeyi Fatma da istiyordu. Sonunda ailecek bindiler uçağa.
İbrahim bir domuz çiftliğinde kasap olarak çalışıyordu. Çiftlikte ona kalacağı bir yer verilmişti. Barınma sorunu yoktu ama, çiftlik yerleşim yerinin çok dışındaydı. İbrahim Hollanda kurallarına göre okula başlamak için oldukça geç kalmıştı. Akranları üst sınıftaydı, bir de dil sorunu vardı. Çiftlik sahiplerinin çabasıyla İbrahim okula başlasa da pek başarılı olamıyordu. Zorlanarak da olsa on altı yaşında bir diploma sahibi oldu. Okul hayatı bitmiş, çiftlikte ufak tefek işlere koşturuyordu. Çoğu zaman da bir yolunu bulup kasabaya iniyor geç vakit dönüyordu.
Fatma’nın ikinci bebeği kız olmuş, üçüncü bebeği de yoldaydı. Fatma her sene düzenli memleket tatiline gitmek istese de olmuyor, hele İbrahim buradan hiç mi hiç ayrılmak istemiyordu. Çiftlikte babasıyla çalışmaya başlamış para biriktirip birde araba almıştı. Yirmi yaşında bir genç olarak o sene arabayla memlekete gidip hava atmak istiyordu.
Salime ailenin biricik hem akıllı hem de çok güzel kızı, liseye başlamıştı. Ailesinin tek varlığı, tek övüncüydü. Ne yazık ki babası genç yaşında dokuma tezgahının rutubetli çukurunda dizlerinden rahatsızlanmış, çalışmakta zorlanıyordu. Ailenin geçimi iyice zorlaşmıştı. Şükran bir şeyler yaparak aile bütçesine katkı koymak istiyordu ama nasıl olacaktı…
Durdu ailesinin yolculukları İbrahim’in kullandığı arabayla keyifli geçiyordu. İkinci günün akşam karanlığında ulaştılar sılaya. Konu komşu sokakta bir araba görünce epeyce şaşırmış olsa da İbrahim’in havalı ve sevimsiz hali onlara itici geliyordu.
İbrahim’in Hollanda’da arkadaşlık ettiği güzel kızlar vardı. Yine de Salime çok farklı, çok güzel bir kızdı. Salime’ye tam vurulmuştu. Salime bunu bir şekilde hissetmiş olsa da evlilik şöyle dursun, arkadaşlık bile aklının ucundan geçmiyordu.
Sayılı günler tez geçti. Gurbet yolu uzundu. Sabaha karşı yola düştüler. Yol boyunca ve daha sonrasında da İbrahim’in aklı fikri Salime’deydi. Ertesi sene yazını iple çeken İbrahim ailesine durumu anlatmış, memlekete de haber salınmıştı. Sonunda o gün de geldi. Önceden alınan ‘gavur malı’ şeyler arabanın bagajına zorlukla sığdırıldı.
Yol bitmek bilmiyordu. Fatma habire dualar ediyor, “oğlum biraz yavaş sür de sağ salim varalım sılaya” diyordu. Yine ikinci günün akşam karanlığında sılanın titrek ışıkları uzaktan görünmüştü.
Olacakları önceden sezen Salime kaçıp gitmek istiyor, gelenlerle aynı ortamda bulunmak istemiyordu. Ama nereye gidecekti… Bir başka kente yaşayan hısım akrabaları yoktu. Kaçıp başını alıp gitse sonunun felaket olacağını çok iyi biliyordu.
Kapı çalındı. Yabancı markalı paket paket hediyelerle dünürcüler geldi. Şükran “kızımızın okulu var, bu son senesi. Hele bu sene de geçsin. Sonra bakarız, ya kısmet” dese de gelenlerin biri sözünü bitirmeden öbürü söze başlıyordu. Salime küçük odada ağlamaktan gözleri morarmış yarı ölü oturuyordu. Anneannesi ile babaannesi de neredeyse dünürcülerden yana bir tavır içindeydi. Şükran; bakarız ederiz gibi yuvarlak sözlerle konukları saatler sonra ancak uğurladı. Her iki anneye de dönüp “demek sizde çiçeğimin yüreğimden sökülmesini, solmasını istersiniz” diye sitemle, ağlayıp feryat etti. Şükran’ın ayakta duracak hali yoktu, güzü de şişmişti. Ne konuşuldu ne denildi farkında bile değildi. İki büyük anne konukları “tamam tamam” diye uğurladılar.
Bütün gece Şükranla, Hasan fıs fıs konuşmuşlar, Salime yatak çarşafını başına çekip uyur gibi yapmıştı.
Dünürcüler ertesi gün yine kapıya dayandılar. Şükran sarhoş gibi dili dolaşarak her iki anneye:
“Siz beni de kuzumu da yaktınız. Sizin yüreğiniz nasıl sızlamaz? Çiçeğimi yüreğimden nasıl sökesiniz?”
Diye kendini yerden yere attı. Durumu fark eden Salime’de yıkılmıştı. Ana kız birbirine sarılarak ağlamaktan harap ve bitap düştüler. O gün ne öğlen ne de akşam yemeği yenilmedi, kimsenin ağzına bir lokma değmedi.
Hasan sokak kapısının önünde çömelmiş, başı avuçlarının arasında sanki put kesilmişti. Hasan Ali minarede yatsı ezanını okuyordu. Kabus gibi bir gün, bir geceydi. İki büyük anne ise kendilerince büyük bir iş başarmış olmanın keyfini yaşıyordu.
Önce yıldırım nikahı kıyıldı. Sonra düğün dernek ve İbrahim Hoca torununun imam nikahını kıyarken içinden “anasını oğluma alamadım ama kızını torunuma aldım” diyordu.
Düğün boyunca Şükran oturduğu yerden hiç mi hiç ayağa kakmadı ve ağlamaktan sadece göz yaşı değil yüreği de kurudu. Büyük analar yanına yaklaşınca yüzünü öbür tarafa döndü.
Salime beyaz gelinlik içinde uçmaya hazır bir melek gibiydi. Sık sık gelip anasına sarılıyor, büyük anaların yanına uğramıyor, gözünü onlardan kaçırıyordu. Zorlayanlar olsa da gidip onların elini öpmedi. Yanına geldiklerinde de onlara hep arkasını döndü. Bu durum herkesin dikkati çekiyordu.
Yola çıkarken arabaya çok zor yerleşildi. Şükranla Salime’yi ayırmak çok zor oldu. Hasan’ın omuzları çökmüş kenarda duruyordu. Sonrasında bir hamleyle gelip kızını kucakladı, baba kız sanki son kez kucaklaşıyormuş gibi uzun süre birbirine yapışık kaldılar.
Yolculuk süresince Salime sanki canını aklını baba evinde bırakmış gibi dünyadan kopuktu. Çiftliğe vardıklarında dünyası tamamen yıkıldı. Domuzları görünce irkildi dudaklarından usulca “ama biz Müslümanız, burası haram” sözcükleri döküldü.
Okuma yazması olmayan iki büyük ananın kurguladığı ve kötü gelişen olaylar, kötü kader ve altı aya varmadan hem acı hem de vahşice sonuçlandı.
Ulusal gazetelerimizin ötesinde dünya basınında da yer alan büyük haber:
Holladanın … kasabasındaki donuz çiftliğinde kasap olarak çalışan genç Türk; altı ay önce evlendiği on dokuz yaşındaki eşini donuz bıçağı ile vahşice öldürdü” diye yazıyordu.
Ağlamanın dövünmenin ne faydası ola ki…
Olayın arkasından Hasan da çabucak kızına koştu. Şükran “ne kötü yazım varmış…Allahım bana bu iki acıyı üst üste yaşattın” diye diye saçını başını yoldu.