Tam bostanların bitiminde başlayan evlerden yukarı doğru en fazla iki yüz üç yüz metre yürüyünce solunuzda camimizin cümle kapısı, onu geçer geçmez sola dönersen Mağrabaşı, sağa dönersen Yazıcık, dümdüz karşıya geçip yokuşun başına vardığında ise mahallenin tek bakkalı, Onbaşı Bakkal karşına çıkıp seni karşılar. Yokuş başından sağa dönersen Yazıcık çarşısına, sola dönersen Küçükpazara ulaşılırdı.
Yine anımsadığım; o yıllarda Onbaşı Bakkalla Küçükpazar arasında sağa dönen virajın başında yüksekçe bir bina vardı. İşte o bina Demokrat Parti Ocağı idi. Bazı akşamlar parti ocağı toplantısına babam beni de götürürdü. Ben henüz beş altı yaşlarında bir çocuktum, çoğu kez de uyuya kalırdım.
Bir keresinde açık kamyon kasasına parti mitingine gidiyorduk. Deneyimli biri; “kasketlerinize mukayyet olun” diyesiye kadar, oluşan rüzgardan sadece babamın değil birçok Demokrat amcanın çok köşeli kasketi yola uçmuştu. Babam, ben de savrulup uçmayayım diye, bana sıkıca sarılmıştı.
Bugün anımsadığım, bize bir kumanya verilmiş, ama o kumanya benim hiç hoşuma gitmemişti. Geç vakit eve aç ve uyuklar bir halde döndüğümüzde anam bana sarılıp “bu çocuğu bir daha bu işlere bulaştırıp perişan etme” diye babama çıkışmıştı.
Nereden nereye… Aradan yetmiş yılı aşan bir zaman geçmiş. Odak noktamız Onbaşı Bakkal; tam yokuşun başı, sağa dön Yazıcık, sola dön önce DP Parti Ocağı, sonra Küçükpazar…
Dün canım tulum peyniri çekti. Pazar tezgahının üçüncüsünde tattığım ve damağımda bıraktığı tat, tam çocukluğumdaki tat değildi ama önce tattıklarımdan daha iyi gibi geldi bana ve biraz aldım. Kilosu tam beş yüz liraydı. Bir an ‘mutlaka mezecilerde fiyatı çok daha yüksek olanları da vardır’ diye düşündüm. Bir an dünlere dalıp gitmiş, sanki yokuş başında Onbaşı Bakkalın önünde durmuşum gibi, o yılların siyah beyaz fotoğrafları gözümün önünden akıp geçiyor gibiydi.
Onbaşının bakkalı yola kıyasla çukurca bir konumdaydı. Onbaşı Bakkal zaten kısa boylu. Bakkal dükkanını önünde duran orta boylu biri, ilk bakkal Onbaşın şapkasının ortasındaki tek düğme olurdu.
Bakkal dükkanının pek değişmeyen yerleşme düzeninde; sol uçta yeşil hemen sağında kırmızı boyalı haşlanmış yumurtalar, hemen yanında taze yeşil soğan ve maydanozlar ve birkaç zerzavat daha… Onbaşının girip çıkması için dar bir giriş çıkış geçidinin sağında yeşil ve kara zeytinler ve mevsimine göre yeşillikler olurdu.
En çok rağbet gören ise sıcak çarşı ekmeği (tırnaklı pide veya açık ekmek) ile tulum peyniri dürümü olduğu için; kıllı oğlak derisi içine basılmış tulum peyniri Onbaşının hemen elinin altında olurdu. Eğer çarşı ekmeği tam sıcaksa, tam yağlı tulum peynirinin hafif buruk ve acımsı tadı, damakta uzun süre o unutulmaz tadı korurdu. Bu keyifli tadı yaşamanın maliyeti tam tamına yirmi beş kuruştu.
Canınız haşlanmış yumurta çekiyorsa, ister yeşil ister kırmızı kendi elinizle seçtiğiniz yumurtayı soyar, Onbaşı Bakkalın avucunda yarı katlanmış ekmeğin arasına koyarsınız, Onbaşı Bakkal diğer elindeki bıçakla yumurtayı el çabukluğu ile böler, ekmeğe yayar, üzerine tuz kırmızı biber eker ve iki dal maydanoz, bir göv soğanla dürüp elinize tutuştururdu.
Günlük harçlığım yirmi beş kuruş, yumurta dürümü yirmi kuruş… Eğer doymazsan, kuru simit de beş kuruştu.
Her evde elektriğin, şebeke suyunun olmadığı, evin bahçesindeki kuyudan çekilen buz gibi suların içildiği, buzdolabı yerine tel dolabın kullanıldığı, en önemlisi de insan ilişkilerinde yapmacık değil sahici dostlukların, komşulukların yaşandığı günlerdi.
Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu arasında karayolu ulaşımı Fırat Nehri ile kesilir, karşıya geçişlerin; üzerine araçların bindirildiği ilkel sallarla sağlandığı o yıllarda, geçimini hayvancılıkla sağlayan Doğu ve Güneydoğu Anadolu üreticileri, süt ürünlerini ulaşım zorluğu nedeniyle pazara sunana kadar, uzun süre dayansın diye tulum peyniri yapıyor ve pazara ulaştığında ürün çok olduğu için fiyatı da en ucuz süt ürünü ve peynir türü oluyordu.
İller arası bir yana ülkeler arası ulaşım kolaylaşınca, ürünün pazara ve tüketiciye ulaşması kolaylaştı. Ama ne var ki günümüzde ulaşım/nakliye maliyeti ürün fiyatını geçince ve hatta bir ikiye katlayınca tulum peyniri tadımlık oldu. Sadece tulum peyniri mi?.. Anımsadığımızda ağzımızın sulandığı tüm diğer yöresel tatlar ateş pahası oldu.
Düşünüyorum da kıt olanaklara karşın yine de çok şanslı bir dönemin çocukları olarak hayata merhaba demişiz. Çelik çomak, uzun eşek, birdir bir, kör ebe, saklambaç, yakan top (üstelik bezden yapılan), aşık atmaca gibi birçok oyunu sokak arkadaşlarımızla kızlı oğlanlı oynamışız.
Acıktığımızda salçalı ekmeğin üzerine ekilmiş azıcık nane veya yine üzerine sana yağı sürülmüş ekmek sokakta koşarken yenilir, dönüp bir daha istenirdi. Ne unutulmaz tatlardı onlar… Günümüzün sakıncalı diye uyarıların yapıldığı, hızlı yemek türleri o zamanlar yoktu, keşke bugün de olmasaydı.
Zaman sel gibi akıp giderken birçok iyileri olduğu kadar, unutulması gereken kötüleri de önüne katıp götürüyor.
Sokağın alt ucunda bizim ev üst köşe başında camimiz ve camimizin Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı Hasan Ali hocası…
Geçen gün komşularımızdan birinin oğlu aradı.
“Babam sizi çok severdi. Geçen hafta aramızdan ayrıldı. Camimiz restore edilmekte olduğu için babamın cenaze namazı komşu camide kılındı. Restorasyonu yürüten genç bir mimar bayan mahallenin yaşlılarından biri olduğu için babama gelmiş, caminin yıllar önceki halini anlatmasını istemişti.”
Babam izden övgüyle söz ederek:
“Hanım kızım bak o arkadaşım başka bir ilde yaşıyor ama, bu camiyi en iyi o bilir. Hasan Ali Hoca camimizin anahtarını ona verirdi. Daha çocuk yaşta minareye çıkar ezan okur müezzinlik ederdi. Sen en iyisi onunla konuş” demişti.
Yıllar ne çabuk geçiyor… Arkadaşımın vefat haberi beni epeyce üzmüştü. İnsan ‘demek benim de sıram yaklaşıyor’ diye düşünmekten kendini alamıyor.
Tulum peynirinin dününden bugüne yolculuğu derken nereden nerelere vardık. Çok modern bir çağı yaşıyor olsak da eski günler, damakta izi kalmış eski tatlar hep aranıyor ve unutulmuyor.