Hani Aziz Nesin “bütün anneler güzeldir, benim annem en güzellerin güzeli” demişti ya; benim annem en güzellerin güzeli olmaktan öte; paylaşmayı çok seven, kendince özel deyişleri, bir anlamda özlü sözleri olan biriydi.
Yaşıyor olsa bugün yüz yaşını aşanlardan biri olurdu. Ne diye bilirim ki… Doyamadığım anamın rahmeti bol, mekânı cennet, ışıklar yoldaşı olsun.
Atatürk’ümüzün çok sevdiği bir Rumeli türküsünde “al topuklu güzel kızlar” denir de benim anılarımda anamın, şerha şerha yarılmış ve bazan da kanayan topukları vardır.
Hiç unutmadığım “eğer duru su içmek istiyorsan, pınarı başından bulandırmayacaksın, pınar bir defa baştan bulandırılırsa, o pınardan bir daha duru su içmek olanaksızdır” derdi ve de çok doğru derdi. Tıpkı “eğer gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil” der gibi.
Konu komşunun tüm derdine koşan, yaşça kendinden epeyce büyük olanların bile saygı duyduğu, akıl danıştığı biriydi benim anam.
Elinde avucunda ne varsa paylaşmayı çok severdi. Bir komşu “şu yemeği nasıl yapıyorsun” diye sorduğunda, elinin altında malzemesi varsa hemen komşuyla beraber hazırlar, ocağa koyar, pişince de komşuya; “tadına bak, istediğin gibi olmuşa, ocaktan indir” derdi.
“Çok güzel olmuş, eline sağlık” diyen komşuya döner, “bacım senin eline sağlık, yemeği sen yaptın. Dur hele bir de ben tadına bakayım, sonra alır sıcak sıcak hemen evine götürürsün” derdi.
O yıllarda kefen bezi kıtlığı bile vardı. Büyük kurtarıcı Atatürk Sümerbank’ı kurmuş, top top basma kumaşlar, pazenler üretiliyor, açılan Sümerbank mağazalarında kuyruklar oluşuyor, kumaşlar talebe yetmiyordu.
İkinci Dünya savaşının yeni sona erdiği yıllardı. Anam güzel mi, güzel… gönlü gani mi gani. Biçki, dikiş bilir ama okuyup yazması yok. Dikiş makinası o zamanda kimde var ki? Anamda da yok.
Komşu kızların, kadınların sırt tarafından bir ölçü, sonra göğüs ölçüsünü alır; onlara entariler, japone ‘capone’ kollu bluzları el dikişiyle sabırla diker, bir kuruş para almazdı. Kendi giysi ve entarilerini ise; bedeni bedenine uyan Banu komşunun üstünde ölçüp, biçip yapardı.
Anama bir Singer dikiş makinası almayı ne çok isterdim, varsın ayaklı olmasın, elle çevirmeli olsun… Yine de anam ne çok sevinir, komşulara ne çok esvap dikerdi… O erken veda etti, ben çok ama çok geç kaldım.
Zaman çok keskin dişli ve çok acımasız bir canavar olsa da verdiği derslerin altı çok kalın çizili oluyor, unutulmuyor.
Henüz kırklı yaşlarının başında; en küçüğü üç üç buçuk yaşında altı çocuklu dul kadındı anam;
“Dul kadının yüzü soğuk olur, öz bacıları, öz gardaşları bile onu görmezden gelir” der, çocuklarına kol kanat gererdi. Kapıya gelen yardımları da “bizden çok daha düşkünler var, onlara ulaştırın” diye geri çevirirdi.
Gaz lambasının titrek ışığında, geceler boyu kolla çevirdiği masura çıkrığında masura sarardı. Dokumacıların insafıyla eline geçen üç beş kuruş masura parasıyla çocuklarını kimselere muhtaç etmeden doyurup, yetiştirmeye çalışırdı.
Ben henüz ilkokula gitmediğim için okuma yazma bilmiyordum. Anam babam da bilmiyordu. Evimiz bir yana sokağımıza bile gazete uğramazdı. Ama ‘Singer Sarıkız’ reklamı dillerden düşmezdi.
Anam beni yirmili yaşlarının başında doğurmuş. Ben en fazla beş altı yaşlarında olmalıyım. Komşumuzda gelinçi var. Anam ‘topukları yarık bile olsa’ genç ve güzel bir kadındı. Ayağına etirengi ‘ten rengi’ çorap giymiş, saçını topuz yapmış, yüzüne allık sürmüş, dudağı da boyalıydı. Düğün meydanındaki en güzel, en alımlı kadın anamdı. Sesi de güzeldi anamın. Düğünlerde çok ısrar edilse de pek türkü söylemek istemezdi.
Ama çıkrık başında hem hafiften söyler hem de ağlardı. O gün düğünde önce ‘yoğurt koydum dolaba’ türküsünü söyledi. Hem kendisi ve hem de herkesler şakır şakır oynuyordu. Ben kıskançlıktan adeta kuduruyordum. Sonra anam çok duygulanarak okuduğu ‘bir ayrılık, bir yoksulluk bir ölüm’ türküsüne başladı, herkesler yine şakır şakır oynuyor, anam ise göz yaşlarını tutamıyordu,
Anam duygu yüklü, gözleri nemli olsa da ben onu çok ama çok kıskanmıştım. ‘Sanki birileri onu kolundan tutup götürecek ve ben de anasız kalacağım’ gibi tuhaf bir çocuksu korku içindeydim.
Koşarak yanına gittiğim anamı koluna yapışıp oradan uzaklaştırmak istedim. Ama tüm kadınlar, genç kızlar etrafımıza toplandı, şaşkınlıkla beni yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ama ben ipimi koparmış, zapt edilmez bir canavara dönüşmüştüm.
Sıçrayarak anamın saçındaki topuzu bozmaya çalışıyor, bir yandan da dudağındaki boyayı tırnaklarımla kazımaya çalışıyordum. Anam beni sakinleştirmek için ne kadar çabalasa, herkesler beni tutmaya çalışsa da kendimi yerden yere atıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Anam çaresiz, beni kolumdan yakalayıp evin yolunu tuttu. Ne kadar yorulmuş ve enerji tüketmişim ki, anamın üstümü örtmesiyle uyumam bir olmuş.
Gözlerimi açtığımda akşam yemeği için sofra açılıyor, babam bana el ederek “gel bakalım yaman erkek oğlum, bugün anana neler ettin, hele bir anlat” deyince çok ama çok utanmıştım. Ama o benim ‘güzeller güzeli’ anamı elbette kıskanacaktım. O benim bir tanecik anamdı.