Bizim yörede evler genelde tek odalı olur. Odanın girişindeki eşik; banyo yeri gibi kullanılsın diye biraz alçak yapılır. Tuvalet dışarıda, avlunun uygun yerinde olur. Tek oda evin mutfağı, yatak odası ve her şeyidir, yani evdir…
Orta halli aileler avluda başka bir oda daha yaparlar ama bitişik ve birinden diğerine geçilen iki odalı ev bizim yörede pek değil, hemen hemen hiç yapılmaz.
Yukarı yani varsıl mahallenin evleri ise sanki ev değil de konak gibi olur. Sokak kapısından girişte ocaklık olur. Ocaklık, kocaman bir mutfaktır. Yemekler orada pişirilir, yufka ekmek orada yapılır. İhtiyaca göre bir de fırın olur. Kiler de ocaklıkta olur. Hazırlanan yemekler mevsimine göre avlu bahçede veya üst kattaki salonda yenilir.
Üst katta ortada büyücek oturma odası-salon- olur. Kapısı salona açılan sağlı, sollu yatak odaları olur. Ebeveyn yatak odası ise sokak tarafında olur ve sokağa cumbalı bir çıkıntısı olur. Burası da gusül abdesti almak için kullanılır.
Avlunun orta yerinde bir süs havuzu, yanı başında su kuyusu ve çiçekler ağaçlar olur. Bu evlerin sokak tarafındaki duvarlar da oldukça yüksek olur, evinin bahçesi dışarıdan hiç görülmez. Genişçe olan sokak kapısından biz; yine doğrudan ocaklığa girelim…
Çamaşır suyu burada ısıtılır, mevsimine göre leğenlerde çamaşır avluda veya ocaklıkta yıkanır. Hamam da ocaklığın içinde olur ama arada bir kullanılır.
Çünkü hamamlarıyla ünlenmiş kentimizde adım başı hamam olur. Kadınlar bu hamamlara pikniğe gider gibi hazırlanır. Sabah gidilen hamamdan akşam karanlığında çıkılır. Hamamda köfteler yoğrulur, salatalar, cacıklar yarılır. Yenilir içilir, leğenler darbuka gibi çalınır, şarkılar türküler söylenir, göbekler atılır.
Biz yine eşikte yıkanmamıza dönersek, mangal veya gaz ocağında ısıtılan su, odanın eşiğine alınır, tas tas dökünülerek yıkanılır. Gel gelelim, bizim mahalledeki bazı evlerde bu zenginlik bile yoktur.
Eşref arkadaşımın babası yatalak. Anası Sümbül bacı; acıların kadını. Komşumuz Veli amca avlusunun bir köşesine onlar için küçücük bir oda değil, odacık yapmış, orada barınırlar. Odacığın zemini toprak, üstüne hasır serili; yıkanılacak eşiği de yak. Konu komşu onlara destek olmaya çalışır.
Ben ilkokulu okudum, sonrası yok. Çırak olarak çalışıyorum. Eşref okula hiç gidemedi. O hep çırak olarak çalışır.
Eşref benden bir yaş kadar büyük, uzun boylu ve oldukça yakışıklı biri. Mahallemizde tüm çocukları çelimsiz esmer, buğday tenlidir ama Eşref uzunca boylu, kumral bir delikanlı.
Bizim evimizde yani odamızda yer yataklarının sabah toplanıp konulduğu yüklük dediğimiz girinti boşluktan, dar bir tane de benim yatağımın serildiği yerin baş ucunda var. Ben oraya ahşap bir kapak yaptım ve benim için bir dolap oldu. Akran ve arkadaşlarıma göre ben farlı bir kimlik kazanmıştım. Benim artık bir dolabım vardı. Dolabın üst tarafına da anamın çeyizinde gelen aynası konuldu, çok da güzel oldu.
Eşref arkadaşım bir akşam elinde bir çift yeni kundura getirdi. Ayakkabı pırıl pırıl siyah ve bağcıklıydı. Bizim mahalle delikanlıların düşleyemeyeceği kadar güzeldi. Eşref:
“Bu ayakkabı senin dolapta dursa… Biliyorsun bizim evde koyacak yer yok. Yakında dışarıya gitmeyi düşünüyorum. O zaman alırım. Bak dışarı gideceğimi kimse bilmesin ha…”
Ayakkabıyı anam görmeden dolabıma koymam da olanaksız. Çaresiz anama göstererek “bunlar Eşref’in, biraz benim dolapta duracak” dedim. O anda bir şey demeyen anam daha sonra beni çok sorgulasa da bir şey söylemedim ama, anam bir şeyler sezmişti.
Bir akşam iş dönüşü Eşref’in yolunu kesen anam; ona epeyce öğütler vermiş, “ananı sakın üzme” diye tamamlamış sözlerini.
Eşref’in babası Musa Amca gezgin çalgıcıymış. Düğün derneklerde cümbüş çalar, Sümbül kadın da darbukayla ona eşlik edermiş, böylece geçinir giderlermiş. Bizim buralara yakın bir köy düğününde atılan silahtan çıkan mermi Musa amcanın beline saplanmış. Başlangıçta düğün sahipleri biraz ilgilense de sonraları arayıp soran hiç olmamış. O zamanlar Eşref yedi sekiz yaşlarındaymış.
Gidecek yer, tutunacak dalları yok. Sokakta kalan aile ellerinde kalan çul çaputa sarınarak bir dükkanın önünde sabahlamışlar.
Ya bismillah dükkanını açmaya gelen Veli Efendi gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalmış. Önce bir iki açık ekmek biraz peynir falan alıp tanrı misafirlerinin karnını doyurmuş. Sonra da bir at arabasına yerleştirip, dükkanı komşuya emanet etmiş, evin yolunu tutmuşlar.
Veli efendi komşu Mustafa ustanın yardımıyla alel acele avlunun bir köşesine bir evcik kurup aileyi yerleştirmiş. Aradan yıllar geçmiş. Eşref büyümüş, boyu uzamış evciğin içinde dik duramaz olmuş. Çünkü evciğin tavanı çok alçak, Eşref’in boyu ise uzun…
Havanın iyi olduğu günler Sümbül kadın kocası Musa’yı sokakta kapı önüne serdiği bir şiltenin üstüne oturtup arkasına da yastıklar koyar biraz oyalanmasını sağlardı. Bazan biz delikanlılar da aynı yere akşamları toplanır, konuşur şakalaşırdık. Bazan da Eşref; babasının cümbüşünü alır, o çalar hep beraber şarkılar, türküler söylerdik.
Eşref cümbüşü çok güzel çalardı. Ben hayranlıkla parmaklarına bakar “bu yetenek bende neden yok” diye hayıflanırdım.
Sonunda anladım ki Eşref’in niyeti; babasının cümbüşünü alıp onunla para kazanıp ünlenmekmiş.
Çok bir zaman geçmeden Eşref arkadaşım gazete kağıtlarına sarılı pantolon, gömlek, çamaşır gibi giyecekler getirip yine dolabıma koymamı istedi. Bu defa anamdan ne kadar gizlemeye çalışsam da anam yine gördü ama sorgulamadı. Eşref’in niyetini sezmişti.
Güzel bir yaz akşamı yine Eşreflerin yan köşe başında mahallenin tüm delikanlıları toplanmıştık. Eşref de biz de coşmuştuk. Sokaktaki tüm konu komşu kapı önlerine çıkmış bizi izliyor, türkünün şarkının havasına göre çibikler çalınıyor, bazan da ağlanıyordu. Sümbül bacı bir yandan herkese soğuk kuyu suyu dağıtıyor, bize de:
“Geç oldu, kimileri yarın işe güce gidecek. Komşular rahatsız olmasın” diye bizi uyarıyordu. Ne fayda… Eşref coşmuştu.
Gece yarısını geçmişti. Herkes uykulu gözlerle evine çekilirken Eşref kolumdan tutup kısık sesle:
“Yarın sabah sendeki emanetlerimi caminin önünde bana ver. Yarın akşam yolcuyum.”
Deyince epeyce şaşırsam da sabah erkenden caminin önüne vardığımda, Eşref arkadaşım benden önce gelmiş, beni bekliyordu. Ayak üstü konuşurken akşam treniyle gideceğini söyledi.
Anama haber vermeden o akşam tren garına arkadaşım Eşrefi uğurlamaya gittim. Çok yoğun duygularla sarılıp vedalaştık. Tren uzaklaşana kadar el salladım.
Epeyce geç olmuştu, neredeyse gece yarısı olacaktı. Anam sokak kapısının önünde beni bekliyordu. Sezgileriyle olayı ve benim Eşrefi yolcu edeceğimi anlamış olmalıydı ki, beni telaşsız bekliyordu. Bana sarıldı ve:
“Sen böyle bir şey düşünme… Ben dayanamam. Allah Sümbül kadının yardımcısı olsun” dedi.
Ertesi gün anam Sümbül kadına gidip onu teselli etmeye çalışmış. Sümbül kadın anama; “ben her şeyi ta başından beri bilirim, ama bilmezden gelirim” deyince anam iyice şaşırmış.
“Olur mu Sümbül bacım, oğlunun gideceğini bilirdin de neden önüne durmadın?” Deyince:
“Bak komşu bacım, Allah bu Veli Ağadan bin kere razı olsun. Bizi sokakta sürünmekten kurtardı, kol kanat gerdi. Ama durum da meydanda. Eşref büyüdü, bugün on sekiz yaşında. Bu odaya nasıl sığsın… Odada ayakta duramaz, başı tavanda, illa başını eğmeli ki giyinebilsin. İçim yanar ama elden ne gelir… Gideceğini sezdiğim için dün gece gözüme uyku girmedi. Uyur gibi yaptım ama dönüp dönüp onu kokladım, baktım. Yolu açık olsun.” Demiş.
Anam duygularına yenilip ağlasa da Sümbül kadın son derece dirençli, devam etmiş:
“Benim oğlum merhametlidir. Bizi hiç mi hiç unutmaz. Durumu düzelince bize el uzatır, el verir” diye yüreğini sağlam ve serin tutuyormuş.
Ben de yıllar sonra okumak için uzak illere vardım. Eşref arkadaşımla bir daha hiç karşılaşmadım. Bir keresinde anam:
“Eşref arkadaşın gelip, ana babasını o in gibi yerden kurtardı, alıp gitti onları. Gelip benim de elimi öpüp helallik istedi. Sana da çok selam söyledi” deyice çok sevinmiştim.