Mahmur arkadaşımla nasıl tanıştığımızı pek hatırlamasam da 1960’lı yılların başı olabileceğini sanıyorum. Benden iki yaş kadar büyüktü. Bizim mahalleye yakın komşu mahalledeydi evleri. Pek yakın sayılmasa da o günlerin koşullarında, yürüyerek gidip geliyorduk. Ama Mahmur ağa çocuğu olduğu için giden hep biz oluyorduk. Mahmur yörenin en varsılı, köyler ağası Halil Ağa’nın oğluydu.

Halil Ağa kente en yakın sulak alanlarda yüzlerce dönüm arazilerin, bu araziler üzerinde de birkaç köyün ağasıydı. Halil ağa dindar, hacı ve kendince de hak bilir biriydi. Irgatları, köy halkı ondan çok memnun ve onun hep duacısıydı.

Bazı hafta sonları sekiz on arkadaş toplanıp naylon araba dediğimiz, eskimiş taksi tekerleği takılı at arabasıyla Mahmurların çiftliğinde giderdik. Humanız deresinin kıyısındaki bir meyve bahçesinde sabahtan akşama kadar şarkılı, türkülü, bazan güreş, uzun eşek gibi oyunlarla akşamı ederdik. Hoş ve iyi günlerdi. Bazı akşamlar buluşup topluca yazlık sinemaya giderdik. Arkadaş gurubumuzun lideri ağa çocuğu oldu için Mahmur görünse de buluşmaları genelde hep ben planlardım.

Mahmur ise her haliyle ağa oğlu olduğunu bizlere her fırsatta hissettirirdi. Farklı, biraz üstten bakan, biraz şımarık gibi hallerini görmezden gelirdik.

Kahya Cafer de ağaya çok saygılı ve bir dediğini iki etmezdi. Ancak Cafer kahya arada bir köylülerden, marabalardan Mahmurla ilgili şikayetleri utana sıkıla Halil Ağaya iletmek zorunda kalıyordu. Haili ağa çok sıkılsa da utansa da “tamam Cafer ağam, ben icabına bakarım” diyor ama Mahmur oğluna bir türlü söz geçiremiyordu.

“Bak Mahmur evladım; biz bu yerlerin ağasıyız. Ağa deyip geçilmez, biz bu yerlerin madem ağasıyız, bu yerlerde yaşayanların ırzı, namusu, nafakası ve de canları bizden sorulur. Ağalık budur. Ulan sen ne uçkuru düşük adamsın… Namusu bize emanet bu kızlara nasıl musallat olursun, üstelik yaşları da çok küçük, sabiler…” diye ihtar ediyordu.

Çok bir zaman geçmeden İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve genç iş gücüne ihtiyacı olan Almanya, Türkiye’den genç iş gücü istiyordu. Bunu duyup öğrenen Halil Ağa; oğlu Mahmuru karşısına alıp:

“Bak Alaman hökümatı demir kaynakçısı ararmış. Aradıkları tam da sensin. Sanat okulunda demircilik, kaynakçılık okudun tam senlik bir iş, hem git oraları da bir gör. Bacın Ümmühan’ın çocukları, kardeşin Salih de belki oralarda okur. Sen onlar için bir ön ayak olursun” diyordu.

Mahmur çok geçmeden Alamanya’nın yolunu tuttu. Daha önceden Halil Ağa ona:

“Ağa oğlu olduğunu sakın unutma. Kendin zaten sıkıntıya düşmezsin de sıkıntıya düşen arkadaşların olursa elini onlardan esirgeme, arkanda koskoca bir Halil Ağa olduğunu sakın ha, sakın ha unutma” diyordu.

Aradan çok bir zaman geçmedi. Fotoğraflar bizim ülkede siyah beyaz, zoru yenmeye çalışan Alamanya’dan arkadaşımın postayla gönderdiği fotoğraflar renkliydi.

Güzel bir hafta sonu ve mevsim sonbahar. Parasız yatılı olarak gönderildiğim okulun kapıcısı Durmuş Aga beni bularak:

“Koş da gel, gavur plakalı arabayla bir genç geldi, seni görmek ister” deyince; heyecanla kapıya koştum. Gelen Mahmur arkadaşımdı. Sarılıp kucaklaştık. Okulun bahçesindeki havuz kenarındaki bankta oturup sohbeti koyulaştırdık.

“Tütkiye’den karayoluyla Avrupa’ya tek çıkış buradan ya, ben de seni görmeden geçmek istemedim” diyordu. Ben de ona çok sevindiğimi anlatmaya çalışıyordum. Mahmur daha önce bazılarını posta ile bana gönderdiği fotoğrafların bulunduğu kalınca bir albümü açtı. Az sayıda çalıştığı iş yerinden görüntüler, çok sayıda deniz kıyısında veya eğlence mekanlarında bayan arkadaşlarıyla çekilmiş fotoğrafların hikayelerini bana anlatıyor ve sonuç olarak “gördüğün bütün bu güzellerin tek horozu benim, hepsi aç ve bir kilo patatese tav olurlar “diyordu.

Hava hafiften kararmaya başlayınca vedalaştık. O yoluna koyuldu, benim başım allak bullak, akşam yemeğini de kaçırmıştım. Aradan çok bir zaman geçmedi. Halil Ağa olup biteni sezmiş olmalı ki onu bir bahaneyle alel acele geri çağırmış ve hemen askere göndermiş. Çünkü Halil Ağa çeresinde çok saygın biriydi.

Daha Mahmur askerden dönmeden gelin adayı aramaya başlayan Halil Ağa, eşi Gülnaz’ın hısımı, çok saygın bir esnaf Sadık Efendinin kızı Huriye’de karar kılmıştı. Huriye liseyi bitirmiş, Ankara Olgunlaştırma Enstitüsünde okuyordu… Ne kadar direnip itiraz etse de isteyen koskoca bir ağa ailesiydi ve de ‘olur’ diye söz veren babasını aşması olanaksızdı.

Mahmur askerliğini tamamlamış, seçilen gelin adayından da son derece memnundu. Düğdün dernek kuruldu. Ağa oğluna yakışan bir düğün yapıldı. Üç çocuk peş peşe erkek, erkek ve kız şeklinde oldu. Halil ağa kız torununu çok sevdi ama daha okula başlayacağını günleri göremeden bu dünyadan göçüp gitti.

Yeni ağa Mahmur’du… Ablası Mahinur zaten bir başka ağa kapısında gelindi. Küçük kardeş İbrahim liseyi bitirmiş, tıp’pı kazanmış, doktor olmak istiyordu. Huriye’nin ise tüm dünyası çocukları ama onlara nasıl söz geçirecek…

Halil Ağanın ölümünün en fazla üçüncü yılı olmalı; Mahmur önce Huriye Hanıma:

“Kadın olarak sen bana yetmiyorsun. Ben kendime yeni ve genç bir hanım daha düşünüyorum” dese de hep hayata küs olan Huriye cevap bile vermeden odasına çekildi.

Ertesi gün Mahmur kahya Cafer’i çağırıp:

“Şu bizim yukarı köyden gelen Garip Osman var ya, hani onun bir de kızı var… Kahyam, şimdi beni iyi dinle, akşam ağa hanımla konuştum. O da olsun der. Ben yeni hanım olarak işte o Garip’in kızını isterim. Gerisini fazla geç olmadan sen halledersin” deyince Cafer Kahya şaşkın ve iyice yaşlanmış olmanın ağırlığıyla:

“Aman ağam o kız daha çok küçük. Daha on beş, on altısında var yok ama siz koca bir ağasınız, hepimizin sahibi babasınız. Be ne diyem…” deyip başını öne eğdi.

En az kırk koyun kesildi. Davullar, zurnalar, uzak yerlerden gelen misafirler kapıda karşılandı. Huriye düğün dernek boyunca kardeşlerinin yanında dursa da sonunda eve döndü. Yeni gelin en küçük oğluyla yaşıt sayılırdı. Ne yapsın, onu da sanki kızıymış gibi koruyup kollamaya çalıştı.

Aradan çokça sayılacak bir zaman geçmişti. Aklımdan ‘şu Mahmur arkadaşımı bir arasam diye geçirirken, ulusal gazetelerde bir tıp profesöründen söz ediliyordu. İsim ve soy isim Mahmur’un küçük kardeşiydi. Gerçekten de Mahmur’un küçük kardeşi tıp doktorluğunu da aşmış, profesör olmuş.

Farklı ve uzak illerde yaşıyorduk. Mahmur telefonda yeni evliliğini ve yeni evliliğinden olan çocuklarını anlattı. Birkaç yıl sonra doğup büyüdüğüm ile varınca ‘ikimiz de yaşlandık, dünya gözüyle birbirimizi görüp, kucaklaşalım’ diye arkadaşımı aradım. Buluşmak için sözleştiğimiz yerde bekliyordum. İlk karşılaşma anımızda ‘yıllar önce tek horozu olduğun o kızlar he alemde…’ diye söze  başlamayı düşünüyordum.

Beklemekte olduğum yerde duran arabadan, şalvarlı, ağarmış sakalı göbeğine inen biri indi. Şaşkınlıkla bakarken o bana doğru gelip bana sarıldı. Yıllar sonra ben onu tanıyamasam da o beni tanımıştı.

Buruk bir şaşkınlıkla başlayan sohbetimiz de tatsızdı. Neredeyse benim nutkum tutulmuştu, tek kelime edemiyordum. O bazı açıklamalar yapma gereği duyuyor olmalı ki:

“Valla; hanım çöktü, bana yetmez oldu. Konuştum, yeni bir avrat alayım dedim. O ses etmedi, ben de marabadan birinin kızını aldım. İyi oldu, oldu da yine sanki bir eksik vardı. Bizim oraları çok iyi bilirsin. Humanız Deresi bizim çiftliğin ortasından geçer. Baha biçilmez verimli tarlalar, bahçeler. İnşaatçı müteahhitler kapımı aşındırır. Kardeşim olmuş profesör doktor, ablam dersen ha öldü, ha ölecek. İki ayrı avrat çocukları birbirini çekemez. Kaldım arada. Duydum ki … tarikat bizim buralarda da kol atmak istermiş. Geldiler, ben vardım ve sonunda o … tarikatın bizim buradaki şıhı oldum. Seninle buluşmaya zor geldim. Her dakika kapının önü dolu. Koyun, keçi, tavuk, horoz getirenler…” derken sözünü kesip:

“Sen gençliğinde gavur ellerinde kaç tanesinin horozuydun” diye lafı gediğine koydum. Öylece buruk ve soğuk bir şekilde vedalaştık.