Çok değerli okurlarım, bugün sizlerle 24 Kasım 2023 ÖĞRETMENLER GÜNÜ nedeniyle gerçek bir anı paylaşımı yapmak istiyorum.

Sadece bende emeği olanlar değil; tüm eğitim emekçisi ÖĞRETMENLERİMİZE sağlıkla ve mutlulukla yaşayacakları bir ömür, aramızdan göçmüş olanlara da rahmet diliyorum.

ÖĞRETMEN VE KUTSAL ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ

İlkokulda hep öretmenim, öğretmenim deriz. Bir sonraki basamaktaki eğitimde ise HOCAM, HOCAM demeye başlarız ve hep öyle devam ederiz. Neden? Güzel Türkçemizin anlamlı ÖĞRETMEN sözcüğü dururken “hoca” sözcüğü bana eskiye yani Cumhuriyet öncesi döneme özlemi çağrıştırır hep. Ama “HOCAM” dilimize öyle yerleşmiş ki; öğretmen öğretmene, genç avukat kendisinden biraz yaşlı olana, doktor doktora, hemşire doktora hep “hocam” der.

Değerli okurlar; bugün sizlere kutsal saydığım ÖĞRETMEN’lik mesleğinin hakkını tam veren ve eşi de öğretmen olan ve nerdeyse altmış yıllık bir geçmişten ve yine o kadar zaman geride kalan ve bir iki saat kadarlık zaman içinde tanıma şansı bulduğum çok sabırlı ve babacan bir öğretmenden söz edeceğim.

Yatılı okuduğum okula 1963 yılında genç bir Türkçe öğretmeni geldi. Çok ciddi ve sert bakışlı biriydi. Özenle seçilmiş sözcükleri, çok iyi olan diksiyonu ile birleşince öğrencileri çok ama çok etkilerdi. Öğretmenlik yeteneği gibi insani yönü de güçlüydü. İlk yakınlaşmamız adımın anlamıyla ilgiliydi. Sonrasında genel olarak başarılı; sınıf ve okul birincisi olmam ve özellikle de yazma arzum; öğretmen öğrenci ilişkimizde mesafeli bir yakınlaşma sağladı.

İş Bankası; o yıllarda sadece Ankara’da ve Türkiye’de tek olan Kimya Sanat Enstitüsü için tek BİR öğrenciye burs vermek üzere sınav açtı. O sınava girdim ve kazandım. Başarımı; o dönemde müdür yardımcısı da olan değerli öğretmenim 1964 yılı Eylül sonuna doğru müjdeledi.

Eşyalarımı toparladım, okulla ilişiğimi kestim. Öğretmenimle vedalaşmak için odasına girdim.

Yarın sabah yedi buçuk otobüsüne bilet aldım. Bende çok emeğiniz var. Vedalaşmak için geldim. 

Hele dur bakalım, acelen ne… Bahçede biraz bekle, beraber çıkarız.

Okulun bahçesinde oturdum. İki yıl boyunca bana aynı zamanda ev de olan okuluma hüzünle baktım. Türkiye’nin birçok ilinden, Kıbrıs’tan, Yunanistan Batı Trakya’dan ve hatta Libya’dan aynı yatakhane koğuşunu paylaştığım arkadaşlarımı düşündüm. Duygularım karmaşık, ağlamaklı bir halim vardı. Öğretmenimin sesiyle birden kendime geldim.

Hadi bakalım delikanlı, toparlan bize gidiyoruz. Bu akşam bizim misafirimiz olacaksın. Sabah birlikte çıkarız, ben seni yolcu ederim.

Öğretmenimin sadece bende değil tüm öğrenci arkadaşlarda bıraktığı iz “itiraz edilemez, onun dediği yapılır”.

Elimde kocaman tahta bavul birlikte yürüyoruz; öğretmenim “yorulduysan yardım edeyim” diye bavulumu almak istiyor, vermiyorum ama bavul da çok ağır. Arada bir öğretmenim bir şeyler almak için durulduğunda dinlenerek eve ulaştık. Ev tek katlı eski bir yapı; iki oda, mutfak, sofa ve banyo var.

Öğretmenimin yakın bir köyde öğretmen olan eşiyle ve kız kardeşiyle ilk karşılaşmam ve tanışmam… Biri; bir, bir buçuk yaşlarında ve öbürü de iki, üç aylık iki kız bebekleri var.

Katlanır masa açıldı, sofanın ortasına kuruldu. Ben ve bebekler dışında herkes bir şeyler yapıyor, masa hazırlanıyordu. Hayatımda ilk kez gördüğüm elektrikli ızgara… Altta bir tepsi, tepsinin üstünde tel ızgara ve eve gelirken alınan etleri öğretmenim ızgaraya özenle yerleştirdi. Onların üstüne de yarım küre şeklinde ve tava sapı gibi tutma sapı olan elektrikli kısmı yerleştirdi.

Tüm evi nefis bir pişen et kokusu sardı. Masaya oturuldu ve ben hayatımın unutulmaz tattaki yemeğini yerken heyecandan ellerim titriyordu.

Sabah gün ağarırken kalktık. Önce öğretmenimin eşini gideceği köy arabasına bindirdik, sonra:

Hadi bakalım delikanlı, birer çorba içelim.

Nefis bir işkembe çorbası içtik. Sonra bineceğim otobüse doğru yürürken öğretmenim birden durdu ve sırtındaki hırkasını çıkardı: 

Delikanlı Ankara’nın geceleri soğuk olur. Al bu hırkayı sana uyar, giyersin…

Otobüs hareket etti. Aktarmalı olarak ertesi günün sabahında gün ışırken vardım Ankara’ya. Ankara’ya ilk gelişim, nereye nasıl gideceğimi de bilmiyorum. Sabahın işe yetişme telaşındaki insan hareketliliği giderek yoğunlaşıyor, ben yorgun gözlerle tahta bavulumun üstüne oturmuş izliyorum.

Güneş biraz daha yükseldi, araba sesleri çoğaldı. Gideceğim yere nasıl ulaşacağımı sora sora ve bir iki dolmuş değiştirerek bir yere vardım. “Aradığın okul şu yamaçta, ama oraya dolmuş işlemiyor” dediler.

Tahta bavulum ağır, çıktığım yokuş dik, saat on bir civarı ve sonbahar güneş iyice yakmaya başlamıştı. Otobüsten inince bir kuru simit yemiştim. Ağzım iyice kurudu, çok susadım. Yürümekte olduğum yolda tüm evler tek katlı ve fakir bir bölge olduğu hemen anlaşılıyordu. Durup bir kapıyı çaldım, çıkan orta yaşlı hanımdan su rica ettim. Büyücek bir kapla geldi iki bardak su içtim, varacağım okulu sordum. Biraz daha yürümem gerektiğini söyledi.

Nihayet okula varmıştım. Kapıda görevli erkek hademe beni Müdür Yardımcısına götürdü.

Çok terlemişsin. Git önce eli yüzünü yıka kendine gel. “Hademeye dönerek” Sen de bu delikanlıya bir gazoz getir.

Elimi yüzümü yıkayıp biraz rahatladım. Okula varan yolun dik yokuşu, yol boyunca kurak ve kavruk görüntü beni çok etkilemişti. Gazozun yarısını içtim ve çok babacan tavırlı Müdür Yardımcısı evrakları hazırlamıştı, bana kalemi uzattı ve:

Şuraları imzalayacaksın. 

Öğretmenim, ben bu okulda okumaktan vazgeçtim. 

Sen ne diyorsun evladım… Sınavı ve önemli bir bursu kazanmışsın. Çık tekrar elini yüzünü yıka, biraz bahçede dolaş öyle gel.

Okul Ankara’nın bilmediğim tepe noktada bir yer. Kent gürültüsünden uzak. Bahçeden Ankara manzarası güzel. Ama okulun yolu çok dik yokuş ve yol çevresi renksiz ve kurak. Ağaç yok, çiçek yok, bir sokak çeşmesi bile yok.

Tekrar geldiğimde de kararımı tekrarladım. Babacan Müdür Yardımcısı öğretmen bana; okulu anlattı, okulu bitirince işimin hazır olacağını, İş Bankası’nın beni yalnız bırakmayacağını sabırla anlattı. Ben yine “bu okulda kalmayacağım” deyince; o babacan öğretmen birden kızgın bir tavırla; “Bana bir kırmızı kalem bulun” diye bağırdı. Odada bulunan herkes merakla bizi izliyordu. Kırmızı kalem geldi.

Al bu kırmızı kalemi, bu evrakın altına “kazanmış olduğum İş Bankası bursundan ve okula kaydolmaktan, hazır bulunan tanıklar önünde vazgeçtiğimi ve okula kaydolmayacağımı beyan ederim” diye yaz ve imzala. Hadi yolun açık olsun.

Ben eski okuluma döndüm, hiç zorluk çıkarılmadan kaydım yenilendi. Öğretmenimin beni Ankara’ya uğurlarken verdiği tek hırkasını geri almadı. Okulum bitti, öğretmenimle ve ailesiyle filizlenen dostluk ilişkimiz hiç kesintiye uğramadan bu günlere ulaştı.

Veda akşamı öğretmenimin evinde görüp tanıdığım kız kardeşi, çok değerli bir mimar oldu. Yurt içinde ve dışında Türk eseri köprülerin restorasyonunu yaptı. Bu değerli mimar kardeşimi çok erken kaybettik. Mekanı cennet olsun. Eşini öz ablam saydığım öğretmenime gelince; bugüne kadar hep yanımda oldu. Öğretmenime, abla dediğim eşine; kızları damatları ve torunlarıyla büyüyen ailesine sağlık ve mutluluk diliyorum.

Adını bile bilemediğim KIRMIZI KALEMLİ babacan öğretmenim sağ ise sağlıklı bir ömür, aramızdan göçmüş ise rahmet diliyorum.

Değerli okurlar, uzunca bir yazı oldu. Sabredip okudunuz iseniz bu gerçek öyküde iki değil ÜÇ değerli öğretmen var.

* 1. O günlerde henüz otuzlu yaşlara bile ulaşmamış olan ve öğrencisine destek olan, ona   veda yemeği verip evinde yatıran, yolcu ederken sırtındaki tek hırkayı çıkarıp öğrencisine veren ÖĞRETMEN.

* 2. İki bebeği olan, evi daracık olsa da gönlü geniş olan ve henüz yirmili yaşlarda bayan KÖY İLK OKUL ÖĞTETMENİ.

* 3. Önemli bir başarı göstermiş olan bir öğrenci, başarısı sonucu kazandıklarından vazgeçmek istiyor. Bu genç öğrenciyi sabırla uyarmaya çalışan BABACAN ÖĞRETMEN