ÇOCUKLUK YILLARIMDAN İZ ARARKEN
Ben, çok ama çok uzun yıllardır doğduğum kentten uzaklarda yaşıyorum. Bağımı hiç koparmadım kentimden, çünkü çok sevdiğim anam, babam ve birçok yakınım ebedi uykularına orada yatar.
Dün doğduğum bu kentin Kenar Mahallesinde çocukluk anılarımı aradım. Aradan altmış yılı aşkın bir zaman geçmiş. Kentimiz büyümüş, ovalara, tepelere yayıldıkça yayılmış. Kenar Mahallenin alt ucundan başlayan bostanlar evlerle dolmuş. Evimizin hemen arkasında Çukurbostan vardı. Kışları yağışlarla göl olurdu. Yukarı mahallelerin çöpleri, molozları hep oraya atılırdı.
Kenar Mahallemizin verimli bostanları gibi Çukurbostanı da doldurulmuş, üstüne işyerleri, evler yapılmış. Gözlüklü Ahmet’in bakkal dükkanı, bitişiğinde babamın çok eğleştiği kahvehane, kahvehanenin arkasındaki develerin konakladığı yerler hep yıkılmış, ev olmuş, işyeri olmuş.
Babam bana ilkbaharlarda bir oğlak alırdı. Oğlaklarımla çok çabuk arkadaş olurduk. Onların boynuna ip bağlamazdım, çünkü birbirimizden ayrılmazdık. Sadece Çukurbostanın az ilerisinde Bostanarası dediğimiz sebze ekili bölgede çok yorulurdum. Ekili olan sebzelere girip zarar vermesin diye habire koşardım. Oğlak da zaman zaman arkasına dönüp bana bakar, sevinçle iki ayak üstüne kalkar, yeniden koşmaya başlardı. Ben onun peşinden koşmaktan gerçekten yorulup yarı baygın yere uzanınca, bu defa oğlak gelip yüzümü ellerimi yalayarak beni aya kalkmaya zorlardı.
Arkadaşlarımı, o dönem mahallemizdeki evleri, o evlerin kapı önlerindeki sohbetleri… Hele alaca karanlıkta, ay ışığında gece yarılarına uzanan kısık sesle fısıldaşma ve gülüşmelerin izleri acep durmakta mı diye aranıp durdum.
O eski arkadaşlarımdan hemen hemen kimse kalmamış. Kimisi başka mahallelere, kimisi de sonsuzluğa göçmüş. Acaba bir iz kalmış mıdır diye sokak kapılarına uzun uzun baktım. Bir iki kapıyı da çaldım. Kapıları tanımadığım yüzler açtı hep. O evlerdeki arkadaşlarımın aileleri de yoktu.
Arkadaşlarla bazı hafta sonları sahreye (pikniğe) giderdik. Genelde sahre yerimiz bir subaşı ve bol ağaçlı bir yer olurdu. O yerler de kaybolmuş. Sular çekilmiş, beton ve taş dolmuş her yer. O günlerde coşkuyla söylediğimiz şarkılar türküler karşı yamaçta yankılanırdı.
Sılaya varmak güzel de; dünde kalan anılarımız, oyunlarımız, kapı önü veya sokak başı ayak üstü sohbetlerimiz nerede?
Hele nenemin yufka ekmek yapılırken bana bir peynirli bazlama dürümü yapması nasıl unutulur ve o tat nerede bulunur?
O sene sonbaharın son günlerinde babam benim afacan oğlağımı kış kavurması için kesti. Çok üzüldüm, çok ağladım. Anam oğlağın kellesini pişirdi. Kelle yemeğini çok sevmeme rağmen o yemekten hiç tatmadım. Çöpe atılan kelle kemiklerini tek tek topladım. Duvar dibinde bir üzüm asmamız vardı. Gizlice asmanın dibini kazdım, oğlak arkadaşımın kelle kemiklerini oraya gömdüm. Bir süre sonra anam “evi karınca bastı” diye yakınmaya başladı. Babam iz sürerek karıncanın kaynağına ulaştı. Benim asama dibine gömdüğüm kemikleri buldu. Bana kızmadı ama:
Bak oğlum; oğlak sana iyi arkadaştı ama; yüce yaratan onları bizim için nimet olarak yaratmış. Bizler bu nimetten yararlanır, karnımızı doyururuz ve yaratanımıza da verdiği nimetler için şükrederiz.
Baba ben seneye oğlak almanı istemiyorum. Ben büyüdüm, kendime mahalleden çok arkadaş bulurum. Bundan sonra oğlak arkadaş istemiyorum.
Dünde kalan sadece bu anılar mı? Geçen yılların alıp götürdüğü çocukluk ve gençliği de hep arar dururuz.