O hafta sonunda İl Halk Kütüphanesi'nin rafları arasında dolaşırken kitap seçmekte gerçekten zorlanıyordum. Nezaketinden ve zarifliğinden dolayı bana refakat eden bayan görevli soruyordu:''İsterseniz ben size yardımcı olayım. Biliyorum geçen gelişinizde de Zweig'in kitaplarına yönelmiştiniz, ama sanırım hepsini okudunuz. Hangi tip kitapları okumak istersiniz?''

             Elbette hoşuma gitmişti bu konuşma...''Anı kitaplarını daha çok severim, hele de tatihi anılar!''

            ''Anladım, biyografik kitaplardan bahsediyorsunuz! Öyleyse şu tarafta!''

            Ve o bölümdeki raflara yöneliyordum...Bir kitap dikkatimi çekiyordu ve alıp şöyle bir inceliyordu. Özellikle cildin arka kapağını okuduğumda tercihimi kesinleştirmiş oluyordum. ''Osman Ağa, 1670'lerin başlarında; günümüzde Ronamya'nın batısında yer alan Temeşvar'da dünyaya geldi. Asker bir babanın çocuğu olması nedeniyle kale muhafız birliğinde görev aldı ve kısa zamanda yükselerek genç yaşta birlik zabitleri arasına katıldı. Daha on sekiz yaşında genç bir odabaşı iken 1688 senesinde Avusturyalılara esir düştü. Esirlik döneminin büyük kısmını Viyana'da geçiren Osman Ağa, oldukça maceralı bir kaçıştan sonra 1700 senesinde kurtularak memleketine dönebildi ve eski görevine iade edildi.'' Kitabın adını merak ediyorsunuzdur...''Bir Osmanlı Askerinin Hatıratı.''

            Anı kitaplarına ayrı bir düşkünlüğüm vardır. Bulabildiğim bütün tıbbi anı kitaplarını okumuşumdur. Ne bileyim, anı kitaplarını okurken ruhum dinlenir adeta. Bu yüzden ben de ilkuldan başlayıp bugüne varan yaşanmışlıklarımı, yani anılarımı yazarım hep...Ama ''halının altına süpürdüklerim'' hariç...Şimdi ben sahneden çekiliyorum ve o kitaaptan alıntılarla devam etmek istiyorum. Okuyucularımdan bazıları belki de şöyle diyecektir:''Yahu kardeşim senin de başka işin yok mu! Kalkmış taa 300 sene önceki bir askerin anılarını buraya taşıyorsun!'' Olsun, benim hoşuma gitti ya...

            Hayatımı karartan o talihsiz olay gerçekleştiğinde tarih 1688 senesinin Haziran başlarıydı. Temeşvar muhafızı Koca Cafer Paşa beni yanına çağırtmıştı. Paşa'nın huzuruna çıktığımda odada oturanlar arasında uzak yoldan geldikleri anlaşılan yabancılar dikkatimi çekti. İstanbul'dan yeni gelen ulaklarmış bunlar. Yanlarında Arad Kalesi'nde görevli yeniçeri, topçu ve cebecilerin maaşları varmış. Adamları bana tanıtan paşa,oturmam için yer gösterdi ve hemen ''bu paranın acil olarak Arad Kalesi'ne ulaştırılması gerekiyor'' diye konuşmaya başladı. Niçin çağrıldığımı bilmiyordum; fakat paşanın sözlerinden ulaklar ve yanlarındaki parayla ilgili bir göreve gönderileceğimizi tahmin etmekte gecikmemiştim. Nitekim paşa ''çevremiz düşmanlarla çevrili'' diye konuşmasını sürdürmüş ve ''böylesine kıymetli bir postayı ulakların Temeşvar'dan ileriye götürmeleri mümkün değil. Bu iş, kale görevlisi süvarilere, yani sizlere düşüyor'' diyerek sözlerini tamamlamıştı.

            Oldukça önemli ve tehlikeli bir görevdi bu. Ben henüz çok gençtim ama birçok çarpışmaya girmiş, savaş tecrübesi kazanmıştım. İyiden iyiye takdir edilen bir askerdim artık. Paşa hazretleri de zaten bunu özellikle belirtmiş; ''böylesine önemli bir görevi bu nedenle sana ve bölüğüne vermeyi uygun bulduk'' demişti. ''Hazineyi Lipova adlı yere, bir gece içinde ulaştırmak gerekiyordu.'' Emri alır almaz hemen hazırlıklarımı tamamladım. Düşmana yakalanmamak için gece karanlığını değerlendirmemiz gerekiyordu. Akşama bir saat kala Baba Hüseyin Sahrası'na çıktım ve seksen kadar askerimle paşayı beklemeye başladım. Cafer Paşa gelerek bizi denetledi. Hazineyi elleriyle teslim etti ve dualarla uğurladı.

            Lipova Kale'si Temeşvar'a on saatlik bir yerdir. Gece boyunca hiç durmadan yol aldık. Nihayet tam hesapladığımız gibi sabah vakti Lipova kalesi'ne ulaşmayı başardık. Kalenin Temeşvar Kapısı'nda yetkililere hazineyi teslim ettik. Görevimizi başarmanın rahatlığı içinde geri dönecektik, ama öylesine yorgun ve uykusuzduk ki Lipova'daki ağalar ve tımar sahipleri bir iki gün kalıp dinlenmemizi teklif ettiklerinde hayır diyemedik. Ertesi gün seher vaktinde Lipova'nın bağlarının bulunduğu Tançoş tepesinden Avusturya ordusunun boru sesleri duyuldu. Zaten gözlerine uyku girmeyen halk telaşla ayaklandı. Özellikle bizim gibi yabancılar hemen atlarına bindi; herkes bir an önce kaleden dışarı çıkmak istiyordu, ama mümkün olmadı. Kale kapıları sıkı sıkı kapatılmıştı.

            Sabah bir general geldi, bizi dizip saydı. Sonra askerlerle birlikte ikişerli üçerli veya beşerli ayırdılar, grup grup götürmeye başladılar.