O ameliyat günümde son ameliyatı, bizim deyimimizle son vakayı yaparken gözüm duvardaki dijital saatteydi. Adetimdir, ameliyata başlarken teknisyene hep şunu söylerim: ''Saatin önündeki kollu düzeneği öteye kaydır da ben saati göreyim!'' Zira vakaları yaparken kafamdaki hesapla pratikteki zaman hesabının birbirine uymasını isterim. Diğer bir değişle ''evdeki hesapla çarşıdaki hesabın'' birbirine uymasını arzu ederim hep. Elbette bu bir ameliyat işi, hesaplar her zaman tutmayabilir. Bir ameliyatın diyelim bir saat sürebileceğini hesaplarsınız, ama vakaya başlayınca ilave bazı problemler de görürsünüz ve süre uzar gider. İnsan da bir karpuz misalidir, karpuz kıpkırmızı da çıkar, kelek de çıkabilir. Belki kaba bir kıyaslama oldu, ama bir örnek olsun diye yazıyorum. Yani şunu demek istiyorum: Elimizde olmayan sebeplerden dolayı süreyi tutturmak mümkün olmayabiliyor. Hasta anesteziden geç uyanabiliyor veya damarını bulmak zor olabiliyor...Vesaire vesaire...
Neyse, bakıyorum ki saat dördü geçiyor ve ben de hem ruhen, hem de bedenen yorgunum ve sekizinci ve son vaka olan o prostat ameliyatını yapma gücünü kendimde bulamıyorum. Zira bir önceki prostat ameliyatı beni hayli yormuştu ve son vakayı da dinç kafa ile yapmam gerekiyordu. Sözün kısası şu ki son ameliyata yoğunlaşamayabilirdim ve komplikasyon denilen yol kazası meydana gelebilirdi. Hani basit bir benzetme yapmak yerinde olur diye düşünüyorum... Uzun yol otobüs şoförü hiç uyumadan, yorgun argın on saat süreyle direksiyon başında durabilir mi? O yorgunlukla otobüsü kullanmakta ısrar ederse direksiyon başında uyur ve feci kaza kaçınılmaz olur. Buna ''yol hipnozu'' diyorlar ya...Ben de kendimi yorgun bir şoför gibi hissediyordum. O sırada teknisyen ''hocam'' diyordu, ''son vakayı da isteyeyim mi?'' Başımı kaldırıp bir karşımdaki hemşireye bakıyordum, bir de saate...Karşımdaki hemşire de sanki şöyle diyordu vücut diliyle: ''Ben de çok yoruldum, keşke yapmasa bu son ameliyatı!'' Öyle ya herkes can taşıyor, ben de dahilim buna...Bizi de bir ana doğurdu, ağaç kovuğundan çıkmadık ya! Ben bu tekerlemeyi arada bir kullanırım ve herkes güler. Hele bir ameliyatta kahramanlık tasla ve bir komplikasyon çıksın da sen dünyanın kaç köşe olduğunu görürsün! Hemen bir avukata giderler ve bakarsın ki sabah sabah masanda bir sarı zarf... Açıp baktığında asabın bozulur ve bütün çalışma ve hayat enerjin o anda buharlaşır gider. Diyeceksiniz ki sen böyle vakaları çok mu yaşıyorsun ki şimdi enerjin sonbahar yaprakları gibi rüzgarın önünde uçup gidiyor! Hayır, tek tük yaşadığım oldu elbette...Hele bir vaka vardı ki çok zor bir üreter taşı ameliyatı idi ve kimse el vurmamıştı, zira komplikasyon oluşma ihtimali de yüksekti. Ben de ''dünki çocuk'' değilim ki böyle vakalara balıklama atlayayım...Hastanın kocası ile olabilecek komplikasyonları konuşmuştum ve önümde adeta ''C harfi'' gibi eğilerek şöyel demişti: ''Hocam ver elini öpeyim, gelen Allah'tan, biz kadere inanmış insanız. Biz herşeyi kabul ediyoruz, yeter ki eşimi bu ağrılardan kurtar!'' Çok güzel bir lazer endoskopisi ameliyatı yapıp bir de stent koyuyordum böbreğe...Haa unutmadan söyleyeyim, kalp hastasıydı ve anestezi uzmanı da şöyle bir not düşmüştü: ''Anestezi yönünden yüksek risklidir!'' Hastayı iki gün sonra taburcu edip bir ay sonraya çağırıyordum ve tekrar anestezi onayına gerek görüyordum. Sadece stentini anestezi altında çıkaracaktım. O da ne! İşte anestezinin notu:''Hasta anestezi yönünden yüksek risklidir. Bu hastanede anestezi verilemez. Bir üniversite hastanesine sevki uygundur!'' Hastanın eşine bunları anlatıp bir üniversite hastanesine sevk ediyordum. Gel gör ki hasta o hastaneye birkaç ay gidip geliyordu ve onlar da bu riske girmiyorlardı. Ama bir nevi ''başıma bela'' olmuştu eşi. Bir gün masamda bir sarı zarf görüyordum...Aaa! Benim hakkımda dava açmış, savcılığa suç duyurusunda bulunmuş bizim ''C harfi hasta yakını!'' İçimden de şöyle diyordum: ''Vefa dedikleri İstanbulda bir semtin adıymış meğer!'' Yani koca ameliyatı yapmışım, sadece stent çıkarılması konusunda görevi ihmal ediyormuşum. Yani''Nil nehrini yüzerek geçmişm, ama derede boğulmaktan korkuyormuşum!'' Elbette savunma vesaire yaptım ve bir şey çıkmadı. 'Çıkmadı'' diyorum, ama bu bir teselli armağanı anlamında bir ifade. Aylarca asabım bozuldu.
Neyse, duygularım beni alıp nerelere götürdü, sadede geliyorum...Teknisyen telefonu kulağıma dayıyordu ve servis hemşiresine şöyle diyordum: ''Son vaka olan Oğuz'u taburcu edin, bugün yapamayacağım. Yarın polikliniğe gelsin, yeni bir ameliyat günü vereyim! Aman beni beklemesin, zaten yorgunum, siz izah edin, gitsin servisten. Akşam vizitinde beni sorguya çeker!''
Ve yarım saat sonra ameliyathaneden çıkıp servise vizite gidiyordum, ama yorgunluktan ''ruh gibiydim'' desem gülmezsiniz değil mi! Ben gerçekçiyim, öyle davranırım hep. Yazılarımda korkularımı, endişelerimi, zaaflarımı samimi bir şekilde anlattığım için otuz senedir okunuyorum. Bizde ikiyüzlülük ve riya olmaz kardeşim! Sağ gösterip sol vurmayız, neysek oyuz! Hele de özenti bizim semtimize uğramaz. Aidiyet duygum bana yeter de artar bile...
Aaa! Köşem de dolmuş meğer. Neyse bizim Oğuz'un hikayesi biraz uzun olduğundan birkaç bölüm halinde yazacağım Asıl o vizitte bana hemşirelerin aktardıkları ve sonrası önemli..Biraz sabır istiyorum. Hani derler ya ''istim arkadan gelirmiş!'' O istimi anlatacağım...
Bak yazının başlığını unutuyordum...Öyle anlar vardır ki şaşırıp kalırsınız...
''Az sonra!''