Güzel bir güne uyandık. Kahvaltıyı torum Ayşe hazırladı. Hanım da ben de yetmişi devirdik. Şükür olsun ciddi bir sağlık sorunumuz yok. Torunum yarın yurtdışına gidecek, biraz daha okuyacakmış. Mühendis olduğu yetmemiş de… Gece bizde kalmıştı, bu gecede bizde kalacak. Yarın anası babası bizden alıp havaalanına götürecekler.
İki torunum daha var ama, en büyükleri Ayşe… Ayşe bana çok düşkün, beni çok sever ve hep “tontoş dedem, sen çok şekersin” diye sarılır bana. Gelinimizin babası dünürüm İlhami öleli çok yıllar oldu, Ayşe’nin doğumundan birkaç ay sonraydı, neyse, hepimizin gideceği yer, zaten son durak orası.
Dedim ya Ayşe bana çok düşkün. Dün akşam “Tontoş dedem yarın kahvaltıdan sonra kahveni yaparım, kahveni içerken bana hayatını anlatırsın” demişti, bende tamam, olur demiştim. Şimdi nerden başlasam, nasıl anlatsam diye düşünüyorum. Zorlu geçen çocukluk, gençlik yıllarımı anlatıp ilk göz ağrım torunum Ayşe’yi üzmek de istemiyorum ama; hayat çocuklukla başlıyor.
Tontoş dedem kahven hazır, geç bakalım koltuğuna. Babaannem de yanına otursun, ona da bir keyif çayı vereceğim.
Madem kurtuluş yok, sen de otur ama ağlamak yok… Ağlarsan devam edemem bilesin. Gözümü açtığımda, çevremi algılamaya başladığımda Çocuk Esirgeme Yuvasında olduğumu anladım. Bakıcı annelerimiz vardı. Bizler henüz okul çağına gelmemiş kızlı oğlanlı belki on, belki daha çok kardeştik. Bakıcı anneler beni çok severdi. Çok uslu bir çocuk olduğumu söyler, başımı okşarlardı. Okula başladığım gün siyah önlük, beyaz yaka giydiren Nezaket ana yanaklarımı öpmüş, cebime de ‘simit alıp yersin’ diye para koymuştu.
Dedeciğim, annen baban seni hiç aramadı mı?
Kim olduklarını yuvaya nasıl geldiğimi bugün de bilmiyorum. Çalışkan bir öğrenciydim. İlkokuldan sonra Sanat okuluna gittim ama bitiremedim. Çocukluktan gençlik çağına geçmiştim ve ‘ben kimim’ sorusu beynimi kemiriyordu. Yuvadan Yetiştirme Yurduna geçmiştim. Burada hemen hemen her genç bunalımdaydı. Çoğunun kötü alışkanlıkları olduğunu üzülerek görüyordum. Anasız babasız ve sıcak aile yuvası özlemiyle ve de bunun olanaksız olduğunu bilerek yaşamak çok zor şey. Yurttan çıkarılacağım gün kapıya dayanmıştı. Nereye gidecek, nerede kalacak, nasıl geçinecektim…
Ayşe’min gözleri nemlenmeye başladı, benim de dilim damağım kurudu. Havayı biraz değiştirmek için, su istedim. Ayşe kalkınca hanıma baktım ağlıyordu. O da bazı şeyleri ilk duyuyordu. Torunuma ‘sonra devam edelim’ desem de olmadı. Anlatmaya devam ettim.
O zamanlar İzmir daha sakin, insanlar birbirlerine sanki biraz daha yakındı. Tanıdığım Niyazi ustaya gittim, sıkıntılarımı anlattım. Bana ‘git yaşını büyüt, askerliğini yap, bir an önce kendine yurt yuva kur’ dedi. Yaşımı büyütmem çok zor oldu ama sonunda başardım. Askerlik de bitti. Askerde tanıdığım, devrem ve çok iyi arkadaşım olan Ekrem’le askerlik sonrası İstanbul’a birlikte döndük. İş bulmama da Ekrem yardımcı oldu. Ekrem askerlik öncesi çalıştığı şirkette tekrar işe başladı. Benim için de konuşmuş, aynı işyerinde bende işe başladım. Ekrem öğretmen emeklisi anasıyla kalıyordu, bende onlarda kalıyordum. Münevver ana Ekrem’e nasıl bakıyorsa bana da öyle baktı. Şirket beni Trakya’daki bir şantiyeye ambarcı olarak gönderdi. Şantiye şefi genç bir mühendisti. Şantiyede bize ayrılan malzeme sahası ve bir de sahadan sorumlu ambarcı odası vardı. İşe başladığım ilk günün akşamı genç şefim Haydar Bey beni evinde akşam yemeğine götürdü. Şefimin eşi de beni çok sıcak karşıladı. Henüz birkaç aylık bir erkek bebekleri vardı. İşim rahattı, taşaron şirketlerin çalışanlarına gerekli malzemeleri ben teslim edip ambar defterine yazıyordum. Yemek sorunum olmuyordu. Arada bir şefim beni akşam yemeği için evine de götürüyordu ve yenge hanım her defasında ‘çamaşırlarını da getirseydin yıkardım, bir daha unutma’ derdi. Günler, aylar hızla geçiyordu, bir yıl bitmişti şefim ‘Arif istersen yıllık iznini kullanma sana parasını ödeteyim’ dedi. Zaten para biriktirmeye çalışıyordum. Şefim her hafta Cuma günleri yapılan şantiye toplantısı sonrasında taşaron firma yöneticilerini odasına çağırıp işlerin hızlandırılması istiyordu. Zaten çok hızlı çalışılıyordu. Bazı gurupların fazla mesai yapması gerekiyordu. Fabrikanın kendi üretim makinaları ecnebi ekiplerce monte edilmeye başlanmıştı. Tam bir koşturmaca yaşanıyordu. Bizim şirketin yaptığı tesisatların çalışma testleri başlamıştı, şefimin iki üç gün evine gidemediği oluyordu. Fabrikanın üretim makinaları da deneme çalışmalarına başlamıştı. Fabrika kadın, kız dolmuştu. Ben her gün yeni kıyafetler giyiyor şefimin odasında vakit geçiriyordum. Şefim kir pas içinde testler yaparken ben hep kaytarıyor kızları kesiyordum. Şefimle yan yana dursak herkes beni şef sanırdı, ben kıran tuvalet, o kir pas içindeydi. O yıllarda telefon çok zordu. Şehirlerarası görüşme için yazdırılır, saatlerce bağlanması beklenirdi. Bazan çok acil bir parçanın değişmesi veya ilave edilmesi gerekirdi. Telefonla şirketten o malzeme istenirdi. Gelen o malzemeyi benim teslim alıp indirmem gerekirken, ben kızlara kaşı havam bozulur diye malzemeyi mesai sonrası teslim almak isterdim. Oysa o malzeme acil ihtiyaç olarak istenmiş ve özel olarak gönderilmiş malzemelerdi. Şefim birkaç kez beni uyardı. ‘Arif kardeşim ben kaç gündür evime gidemiyorum, halimi görüyorsun, o parça için nasıl beklediğimi de biliyorsun. Seni anlıyorum, gençsin ama işimizi de yapmamız gerek’ diye beni uyardı. Sanırım bir gün sonra yine çok acil istenen malzemeler bir kamyonetle geldi. Ben yine şefime paydostan sonra indirip teslim alsam dedim. ‘Tamam o zaman… ekibinden Hakan’ı çağır gelsin’ dedi. Gelen malzemeyi şefim Hakan’la kamyonetten bizzat indirip teslim aldı ve yerine montajının yapımına da sonuna kadar nezaret etti. Ben donup kalmıştım. Şefim o akşam çok yorgun ama işini tamamlamış olmanın huzuruyla evine gitti. Ertesi gün şantiyeye çok geç geldi. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Beni odasına aldı ve ‘Arif kardeşim, çok gençsin. Seni kardeş gibi sevdiğimi de biliyorsun. Seni birkaç kez uyardım. İşimizin testlerini tamamlayıp teslim etmemiz gereken kritik bir dönemde yaptığın ve işimizi aksatacak yanlış hareketlerin bir, iki, üç ve sonunda bardak taştı. Üzülerek işine son veriyorum. Kusurlu hareketlerinden dolayı tazminatsız gönderilmen gerekir ama; sen saf, kimsesiz bir gariban olduğun için, bugün sabah erkenden şirkete gidip tazminatını hesaplattım ve nakit olarak aldım. Şu evrakları imzala, paran da bu zarfın içinde. İş ararken eski işimden kendim ayrıldım dersin, gerekirse eski şefimle görüşün dersin. Bir ağabey olarak sana tavsiyem paranı çar çur etme. Bir an önce kendine bir iş bul’ dedi ve beni yanaklarımdan öpüp uğurladı. Şok olmuştum, sarhoş gibiydim ve ayakta zor duruyordum. Kasabada bir otel odasına yerleştim. Ertesi gün şefimin evine gittim ve yenge hanımdan yardım istedim. Yengemin haberi yokmuş, ona bir şey söylememiş. Yengem ‘ben akşama konuşurum, yarın sen gene uğra’ dedi. Ertesi günü uğradığımda ‘bak hanım ben senin mutfakta fasulyeyi nasıl pişirdiğine karışmıyorum, sen de benim işime karışma, Arif uğrarsa bana gelmesini söylersin dedi’ demiş. İlk işimi böyle kaybettim.
Dedeciğim sonra şefine gitmedin mi?
Gittiğimde yemekteydi. Bana da yemek söyledi. Sonra odasında beni karşısına alıp, gözümün içine baka baka konuşmaya başladı ‘birkaç defa da gözümün içine bakacaksın, gözünü benden kaçırma’ diye beni uyardı.
Neler dedi, sana hiç mi kızmamış?
Ben ona ‘siz o kadar iyi bir insansınız ki, benim işime son veremezsiniz’ dedim. Şefim her zaman olduğu gibi sakin ‘benim ne kadar kararlı biri olduğumu bunca zamandır öğrenmiş olman gerek. Seni tekrar işe almayacağımı kesinlikle bilmen lazım. Bunu iyi bir insan olduğum ve senin iyiliğin için yaptığımı ilerde anlarsın. Buralarda oyalanma, memleketin İzmir’e git, orda … şirketinde daha önce bu bizim şirkette beraber çalıştığımız Kıbrıslı mühendis arkadaşım Hüseyin var. Onu bul ve benim selamımı söyle ve içinde seninle ilgili not olan bu zarfı da ona ver’ dedi. Ben şefimin elini öpmek istesem de o beni yine yanaklarımdan öpüp uğurladı. Oradan çıkıp yengeme uğrayıp elini öptüm, biraz ağlasak da sarılıp vedalaştık. O şefim sayesinde hayatım değişti, bugünlere ulaştık.
Dedeciğim sonra hiç görüşmediniz mi?
Görüşmesek de hiç unutmadım. İzmir’e gelince Hüseyin beyi buldum, ‘seni Haydar arkadaşım göndermiş. Ben onu sever, güvenirim, sen aşağıda personel şefine in, ben telefon eder gerekeni söylerim’ dedi. Bir hafta bile geçmeden işe başladım. Fabrikada işçi olarak başladığım işete önce usta sonra ustabaşı oldum. Anneannenle de yeni usta olduğum günlerde evlenmiştik. Emekli olunca da bu evi aldık.
Dedeciğim, şefin Haydar Bey geleceğini iyi kurmuş, uzağı da iyi gören biriymiş.
Allah ondan ve eşinden razı olsun. Ölmüşlerse de rahmetleri bol olsun.