''Kelebekler sonsuza uçar'' şeklindeki özlü sözün içini doldurma gayreti içindeydik o gün adeta. Haziran'ın gönülleri okşayan o güzel havasında sanki ruhum bedenimden önde gidiyordu. Sanki olimpiyatlara hazırlanan bir futbol takımıydık. Birkaç gün öncesinden takım formaları da hazırlanmıştı. Herkes atletini getirmişti ve çamaşır kazanına atılıp sarıya boyanmıştı ve arkasına da yeşil kumaştan yapılan forma numaraları dikilmişti. İnsanlar herşeyin çaresini bulabiliyordu demek ki...İşte futbol takımının formaları böylece ortaya çıkmıştı.

            Ertesi gün o koca Kumru Dağı aşılacaktı ve uzaktaki o köye yola düşülecekti. Futbol maçı için gün tayin edilmişti ya...Tamam da bu takımın otobüsü neredeydi?

            Otobüs mü dediniz? Galiba siz Mars gezegeninden geliyor olmalısınız kardeş! Daha deniz görmemiş bu çocukların ayaklarından daha güzel otobüs mü olurdu! Ya da bazılarının, yani daha şanslılarının ulaşım aracı belliydi, o da attı. Yalnız bir pürüz vardı ki o da aşılmalıydı. Zira takımın değişmez ve kedi çevikliğindeki kalecisi Ahmet için babasından izin almak gerekiyordu. Takımın kıdemli yöneticileri olan Rüstem ve Şeref öğretmen gönül denilen o kavramı kullanarak Ahmet'in babasının kapısını çalacaklardı. Ve gidilerek izin alınmış oldu.

            O sabah herkes erken kalkmıştı ve pırıl pırıl bir gökyüzünün altında ormana doğru kafile halinde yola çıkıldı. Kimi atlı, kimi yaya...İstikamet Çıplaklı Köyü'ydü. Yalnız şu Kumru Dağı'nın o dik yokuşu gözlerde boşu boşuna büyütülmüştü sanki. Arzu ve heves denilen o ince kavramlara kilitlenen futbolcular bir de baktılar ki Kumru'nun tepesindeler...İşte uzaktan o ilçe de görünüyordu.Bundan sonrası iniş ve sonra ovada ilerleyiş... Zira buralardan o kış günü, kurt gibi uluyan o tipiye karşı o kahraman askerler Ruslar'a karşı yürümemiş miydi! Hele de tarihimizde 93 Harbi diye bilinen o savaşta buralarda ne kanlı çarpışmalar olmuştu. Başımıza Gelenler diye bir kitapta okumuştum o dramatik manzaraları... Şimdi biz niye yürümeseydik bu bahar gününde!

            Nihayet orman arkada kalıyordu ve şimdi önlerinde kelebeklerin uçuştuğu o sarı yeşil çayırlar uzanmaktaydı. İlerideki o köyü de herkes biliyordu. O da geçiliyordu ve önlerine bir çay çıkıyordu. Onu da geçince Çıplaklı uzaktan görünüyordu.

            Adeta bir yeşillikler okyanusunda ilerlemekteydik diyebilirim. Kafilenin en arkasından gitmekteydim ki birden bir yavaşlama olduğunu görebiliyordum. İçimizde ''karaçalılar gibi yardan bitme çocuklar'' da vardı, ama ben toparlaktım ve dayanıklıydım. Kafilenin önünde at sırtında seyahat eden Özer öğretmen ve Şeref öğretmen el işaretiyle dur komutu vermekteydi. Birisi kaptan, birisi de kulüp başkanı pozisyonundaydı o kafilede. Şairin dediği gibi ''bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik'' adeta...Ve ''bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik'' olacaktı belki de...

            Özer öğretmen konuşmaya başlıyordu: ''Sert oynamak yok. Bu köyde birçoğumuzun akrabası da var. Kendimize yakışır bir oyun sergileyeceğiz!'' Ben de bir kenarda şunu düşünüyordum...'!'Karnım zil çalıyor... Acaba maçtan önce birşeyler atıştırabilecek miyiz?''

            O sıcak karşılama bizim toplumumuza has bir davranış şekli olsa gerek. Doğruca bir eve yöneliyoruz. Hani her köyde misafirperverliği ile öne çıkan aileler vardır. Buarda da kafileyi Edip karşılıyor ve Mirza Ağa ismiyle anılan birisinin evine yönlendiriyor.  O da ne! Hani misafir umduğunu değil de bulduğunu yermiş derler ama köy şartlarında mükellef bir sofra ile karşılıyorlar bizi. Şimdi geçmişe bir yolculuk yapsam yazının bütünlüğüne bir zarar gelir mi diye düşünmeden edemiyorum. Zira seneler sonraEdip, Mirza Ağa'yı bana hasta olarak getirmişti ve İbni Sina'da yatırmıştım. Kendisini de ''dor atlı adam''olarak tanıtmıştı. Nereden nereye değil mi?

             Şimdi birileri belki şöyle düşünüyor olabilir... ''Amma da uzattın ve süsledin bu maç olayını! Mübarek sanki milli takımın dünya şampiyonasına katılımını anlatıyorsun!'' Olabilir... Bizim o küçük dünyamızda bir köyden başka bir köye maça gitmek ne fırtınalar ve heyecanlar estiriyordu gönlümüzde  biliyor musunuz! Ne ile mutlu olacaktık ki! Biz önümüzdeki uzun hayat yolunun kaldırım taşlarını kendimiz döşüyorduk adeta...Birşeyi arzulasan bile bu sana hemen sunulacak değildi ya! Derler ya... ''Her adım çağrıştırır acı bir hatırayı!''

            Veya yılların nasıl geçtiğinin farkına bile varamazsın o halinle... ''Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.'' Bu maçlar da o küçük dünyamızın bir olimpiyadıydı adeta...

            Sahanın kenarında o sarı formalarımızı giyerken o köylüler bize gıpta ile bakıyorlardı. Zira onlarda forma yotu. Burada psikolojik olarak sanki 1-0 önde başlıyorduk maça...

            Sonucu mu merak ediyorsunuz? Söyleyeyim... Galiba 3-1 yenmiştik ve golün birisini de ben atmıştım.

            Misafirperverliğin böylesi...O gece bizi öyle güzel ağırlamışlardı ve sabahleyin de köyün çıkışına kadar uğurlamışlardı. Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş...