Geçmişte Osmanlıya Başkent olan kentin nüfusu oldukça azalmış, o şaşaalı devir kapanmış olsa da kentin tarihi dokusu oldukça zengin ve ihtişamlı görüntüsünü de koruyordu.

Okulumuz da o görkemli yapılardan biriydi ve biz parasız yatılı öğrencilerdik. İki sokak ötemizde, bizim okuldan çok daha büyük belki de eski bir saray olan binanın, bahçesi oldukça geniş ve içinde çeşitli meyve ağaçları vardı. O günlerde o kocaman bina ve bahçesi ‘Yetiştirme Yurdu’ olarak hizmet veriyordu.

Yetiştirme Yurdu’nun müdür yardımcısı Muzaffer Bey bizim okula da müzik öğretmeni olarak geliyordu. Bizim sınıfın müzik dersi haftada bir saat ve bizim sınıf o bir saati iple çekerdi.

Muzaffer öğretmenimiz çok babacan, tok sesli ve konuşmaları ilgiyle dinlenilen hayat dersleri şeklinde olurdu. Dersimizin adı müzik olsa da arada bir bilinen marşları okurduk.

O hafta ilk dersimiz müzik. Ders zili çaldı, heyecanla sıralarımıza yerleştik. Muzaffer öğretmenimizin kapıdan girmesini bekliyoruz… Üç dakika, beş dakika ve on beş dakika sonra bile öğretmenimiz yok. Mümessil (sınıf başkanı) arkadaşımız sınıftan çıkıp müdür yardımcısı Hakkı Beye giderken müzik öğretmenimizle karşılaşıyor ve birlikte sınıfa girdiler.

Öğretmenimiz Yetiştirme Yurdu’nda yaşanan küçük bir sorun nedeniyle geç kaldığını açıklayıp, üzgün olduğunu söyledi. Masasına geçip birkaç dakika sessizce oturdu. Bizi de yurtta yaşanan o küçük sorunun merakı sardı.

Muzaffer Bey ayağa kalkıp sıraların arasında yürüyerek anlatmaya başladı: “Yetiştirme yurtları, 13-18 yaş arası korunmaya muhtaç çocukların korunum, bakım ve bir iş veya meslek sahibi edindirme ve topluma yararlı kişiler olarak yetişmelerini sağlamakla görevli ve yükümlü olan yatılı sosyal hizmet kuruluşlarıdır. Hepinizin bildiği gibi ben de kentimizde bulunan yetiştirme yurdunda görevli biriyim. Sizin sınıfta değil ama bu okulda bizim yurdun çocuklarından iki öğrencimiz var ve çok başarılılar.” Diye konuşmasına devam ederken Hasan arkadaşımız: “Ben ikisini de tanıyorum. Yozgatlı Hamza ile Liceli Ahmet…”

Öğretmenimiz sözünün kesilmesine kızmadan devamla: “Yetiştirme yurdu yönetici ve öğretmenleri özel olarak seçilir, sık sık denetleniriz. Yurtlarda bekar bay veya bayan öğretmene nadiren görev verilir. İdareci ve öğretmenlerin yurtta kalan çocuk ve gençlere tam bir aile sıcaklığı sağlaması ve şefkat göstermesi istenir. Ancak her ailede arada bir yaramazlıklar yaşanabilir. Bazan da bir çocuk diğerine göre biraz daha yaramaz olabilir. Biz ‘Yetiştirme Yurdu’ olarak daha büyük bir aileyiz…”

Tam bu esnada zil çaldı, ders bitti. Tüm sınıf sıralarında oturmaya devam etti. Hiç kimse çıkmak istemiyor, Muzaffer Öğretmenin derse devamını istiyordu ve öyle oldu.

“Geçen ay Çanakkale Biga’dan 13 yaşında Yavuz çocuğumuz bizim yurda gönderildi. Onu da diğerleri gibi şefkatle kucakladık. Gel gör ki Yavuz ele avuca sığmaz, hiçbir öğretmenimiz onun dünyasına giremiyor. Hani denir ya, ‘neredeyse düz duvara tırmanacak’…

Dün gece yurtta ben nöbetçiydim. Sabah topluca kahvaltı ettik. Ben buraya gelmek için hazırlanırken yurdun bahçesinden gelen sesler dikkatimi çekti ve pencereden bakınca Yavuz’un bahçe duvarına çıkmış ve dikenli teli aşmaya çalıştığını fark ettim. Diğer çocuklarımız okullarına geç kalmamak için Yavuz’a bakarak gözleri arkada yurdun kapısından çıkıyordu. Hızla koşarak Yavuz’un bulunduğu noktaya vardım.

“Yavuz çocuğum hadi gel, istersen sen bugün okula gitme, diye onu aşağı indirmek için epeyce dil döktüm. Sonunda aşağı indi. Önce onu şefkatle kucaklayıp öptüm, sonra elimi alına koyup masustan; aaa senin çok ama çok ateşin var, rengin de sararmış, dur birde nabzına bakayım… A aa senin nabzın da kötü, dememle birlikte o canavar gibi olan çocuk birden bire gerçekten bayılacak gibi oldu. Kucaklayıp revire çıkarırken başını göğsüme dayamış gözlerimin içine bakıyordu. Sanki ‘ben yaramaz değilim, ailem nerede?’ Diye sorgular gibiydi.”

Öğretmenimiz çok duygulanmış, neredeyse gözlerinden yaşlar akacaktı, bizler de çok etkilenmiştik.

Muzaffer öğretmenimiz: “Ben ona çok yaramaz olduğu için küçük bir ders vermek istemiştim. Birine ‘rengin sararmış, hasta gibisin derseniz’ o kişi kendini gerçekten hasta gibi hissetmeye başlar ya, ben de Yavuz’a öyle bir şaka ile ders vermeye kaktım ama şu an çok pişmanım ve vicdan azabı çekiyorum. Onu kucağımda revire çıkarırken anladım ki o yaramaz değil. Ailesinin yanında olmamasını içine sindiremiyor.

Evet, Yavuz yaramaz değil, ailesinden koparılmış olmanın isyanını yaşıyor. Buradan çıkınca hemen revire, Yavuz’un yanına gidip onu bir baba şefkatiyle kucaklayacağım.”