İşte odamdayım, karanlık çöktü ve ben de otelin penceresinden Cudi Dağı'ndaki ışıklara bakmaktayım. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı desem abartmamış olurum. Güya her gün bir yazı yazacaktım. Nuhşehir'e gelişimin yirminci günü, ama ben bir arpa boyu bile yol alamadığımı itiraf ediyorum işte... Niye mi? Bir sürü gözlem sonucu epeyce edebi malzeme toplamışım, ama acaba hangisinden başlasam, önce neyi yazsam diye debelenip duruyordum işte... Birşeyi en mükemmel şekilde yapma düşüncesi, çalışma tempomuzu düşüren bir etkendir bence. Hani özellikle  ameliyat sırasında düşündüğümüz gibi... ''İyinin düşmanı daha iyidir'' derim o an ve ameliyatı sonlandırırım. Yani işi yarım bırakmak anlamında söylemiyorum. Şimdi ise hafızamda birikmiş ve yazılma sırası bekleyen gözlemlerimde önceliği hangisine vereyim diye beklerken karar verdim işte... Hani derler ya 'en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir!'

            Ben de işte bir yerlerden başlıyorum yazmaya... Hele şükür dediğinizi duyar gibi oluyorum.

            Evet, yazının başlığında da görüldüğü gibi bir insanı odak alarak yazacağım. Bir Yasir'in o andaki ruhsal durumunu ve vücut dilini tasvir edeceğim.

            O gün polikliniğin önü, daha da önemlisi tüm koridor insan kalabalığından adeta geçilemeyecek durumdaydı. Kalabalığı yararak polikliniğe girdiğimde 130 kişinin kayıtlı olduğunu görüyordum. Evet, bunlar Sağlık Kurulu hastalarıydı, aslında hastalarıydı demeyeyim de ''kişileriydi'' diyeyim. Hepsi de argo tabirle ''bıçkın delikanlılar''dı. O kadar yüksek sesle konuşuyorlardı ki zama zaman idareden anons yapılmasına sebep oluyordu bu gürültü... ''Lütfen alçak sesle konuşunuz!''

            Öğreniyordum sağlık kurulu raporu alma sebeplerini... Hepsi de köy korucusu kadrosundaydı ve şimdi ''uzman erbaş'' kadrosuna müracaat etmişti ve sabahleyin tetkikleri yapılmaya başlanmıştı. Öğleden sonra tek tek çağırıyordu sekreter. Masum bakışlı anadolu delikanlılarıydı bunlar...

            Ve tek tek inceleyip ve de kılı kırk yararak hedefledikleri askeri rütbeye elverişli olup olmadıklarına karar veriyordum. Hayatta hep kul hakkını ön planda tutmuşumdur. Hele de bu yağız delikanlıların geleceğini karartmamaya ve de haklarını teslim etmeye özen göstermekteydim elbette. Hem de azami dikkatle...Karşıma karayağız bir delikanlı geliyor. İnce, uzun boylu, atletik yapılı ve hafif kavisli burnu ile karşımda  duruyor. Vücut dilini okuyorum sanki... Adeta şöyle diyor: ''Ben garibanım!'' İçimden de şöyle düşünüyorum: ''Bir takdir hakkım olursa bu çocuktan yana kullanacağım!'' Ve kan tetkikleri normal sınırlarda. Asıl karar verdirici tetkik sonucuna bakıyorum, yani ultrasonografi raporuna... Zira her iki böbreğinin de normal olması lazım. Bir de bakıyorum ki böbreklerinden birinde biraz bozukluktan bahsediliyor. Hani ortada vakalar vardır, öyle de diyebilirsiniz, böyle de diyebilirsiniz. Yani burada hekimin takdir hakkı devreye giriyor. Uzun uzun inceliyorum ve de zihnen ''git-gel''i oynuyorum adeta. Arada bir de Yasir'e bakıyorum başımı kaldırıp. Bir tedirginlik yaşamakta olduğunu görüyorum. Ama ben de adeta ''ateşler içindeki bir hastanın yastıkları değiştirmesi gibi'' düşünce girdabında yalpalıyorum. Bak işte buna itiraf derler, değil mi! O sesle başımı kaldırıyorum. ''Hocam'' diyor Yasir, ''uzun sürdü de, yoksa bir aksilik mi var?'' Gözlerinden yanaklarına doğru süzülen o sıcak sıvıyı görüyorum. ''Bir daha bakayım'' dediğimde titreyen sesiyle devam ediyor...''Hocam Uludere'nin bir köyündenim, lise mezunuyum. Uzman erbaş olmam lazım. Sekiz kardeşiz, bütün aileye ben bakıyorum vallahi... Kazanamazsam kardeşlerime kim bakacak!''

            Hani düşünce dünyanızın allak bullak olduğu anlar vardır, tırnaklarınıza kadar terlersizin ya...Kararımı veriyorum ve sekretere yazdırıyorum... ''Askerlik mesleğini icra etmesinde ürolojik yönden bir sakınca yoktur!''

            Yasir de duyuyor... ''Hocam hak ettim mi'' diye soruyor. ''Evet'' diyorum, ''şöyle bana bir yaklaş, yanağına bir fiske vurayım!''  Ve yanağına hafifçe dokunuyorum. Yasir'in gözyaşları akıyor o anda...''Hadi hayırlısı olsun Yasir, anana babana da selamlarımı söyle'' diyorum.

            Çıkarken bir daha dönüp sağ elini kalbine götürüp hafifçe öne eğiliyor... ''Hocam Allah razı olsun'' diyor ve çıkıyor.

            O kutlu söz aklıma geliyor... ''Merhamet etmeyene  merhamet edilmez!''

            İyi ki dıştan körüklenen  o kirli algı operasyonlarına kapılıp bu insanlara arkamı dönmemişim. İyi ki ''hadi ordan'' demişim. İyi ki ''haydi başka mahalleye, yaylan''  demişim.

            İyi ki ben bu toprağın çocuğuyum...