GÜNAYDIN/ TÜNAYDIN Değerli Okurlar;
Divan Edebiyatı, Osmanlı döneminde yaratılmıştır; İslâm kültürünün ortak özelliklerini yansıtır; geniş ölçüde Arap ve Fars edebiyatının etkisini taşır. Örneğin Divan Edebiyatı’nda şairler: teşbih, istiare, hüsn-i talil, iham, leff ü neşr, tecahül-i arif, telmih, mecaz-ı mürsel, teşhis ü intak vb. söz ve anlatım sanatlarını kullanarak özgün bir şiir oluşturmaya çalışmışlardır.
Arapça ve Farsça özentili Osmanlıcasıyla Nefi’nin şiirine bir göz atalım:
“Girdi miftah-ı der-i genc-i mania elime,
Aleme bezl-i Güher eylesem itlaf değil.
Levh-i mahfuz-ı sühandır dil-i pek-i Nefi,
Tab’ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil.”
Bu sözüm ona Türkçe olan Arapça ve Farsça ile şişirilmiş Osmanlıcadan ne anladınız?
Ben bir şey anlamadım. Oldum olası Divan Edebiyatı’nı sevmedim, en ufak bir ilgi duymadım, bugün de ilgi duymuyorum. Hele o, “mefailin mefailün faulün” gibi kalıplardan hiçbir zaman en ufak bir zevk almadım. Birinin çok sevdiği bir şeyi, herhalde başka birinin de sevmeme hakkı vardır.
Bakın Karacaoğlan’a, XVII. yüzyıldan günümüze hangi Türkçe ile sesleniyor:
“Nedendir de kömür gözlüm nedendir?
Şu geceki benim uyumadığım.
Çetin derler ayrılığın derdini,
Ayrılık derdine doyamadığım.” ( Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili, Türk Dili Dergisi, S. 655, Temmuz 2006,s.19)
Var mı anlamayan?
Osmanlıda seçkin zümrenin kullandığı Osmanlıca ile halkın kullandığı sade Türkçe, işte budur!
Görüldüğü gibi mesele aslında yazı değil, “Dil” dir.
Osmanlıda halkın konuştuğu dil (Türkçe), Arapça ve Farsçadan çok az etkilenirken; aydınlar, din adamları, saray çevresi, devlet erkânı, Divan Edebiyatı’nı ön plâna çıkaran sanatçılar Arapça ve Farsça’ dan oldukça etkilenmişler, bir bakıma halkın konuştuğu saf Türkçe’ ye sırtlarını dönmüşlerdi.(Doğan AKSAN,Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını, İstanbul, 2001, s. 55)
Osmanlı’da Arapça ve Farsça ağırlıklı Divan Edebiyatı ile Türk Halk Edebiyatı arasındaki uçurumun açıldığı dönemlerde Türk çocukları okudukları Divan Edebiyatı’ndan anlamıyordu. (Kanaatimce, bugün de anlamıyor. Okullarda ders olarak gösterilmese kimsenin ilgi göstereceği yok.)
Saray ve edebiyat çevrelerinde Arapça ve Farsça özentisi yüzünden yazışmalarda kullanılan “ ekmek, yağ, ipek, pamuk, kapıcı, mimarbaşı” gibi Türkçe kelimeler yerine, “nân, revgan, harîr, penbe, bevvap, sermimaran-ı hassa” gibi Arapça ve Farsça kelimelere ağırlık veriliyordu.
Türkçede baş, göz, yüz, dil, el, bir, değişmez gibi sözcükler varken, re’s, çeşm, vech, lisan, yed, yek, yeknasak sözcükleri kullanılır olmuştu.
Bir başka örnek de oldukça çarpıcıdır.
Aynı zamanda şair olan Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail birer Türk sultanıydılar. Ne var ki, Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim divanını Farsça yazarken, Safevî Devleti Sultanı Şah İsmail, divanını Türkçe yazmıştı.
Osmanlı, Arapça ve Farsça kelimelerin serbestçe Türkçe’ ye girmesine göz yummanın yanında teşvik de etti.
Bu dönemde Türkçe, bir bakıma kaderiyle baş başa kaldı.
Kanaatimce, Türk gençlerinin XVIII ve XIX. yüzyıllardaki Osmanlıca metinleri anlayamamasının nedeni “Dil Devrimi” değildir.
Gününüz aydınlık ve esenlik dolu olsun!
NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE!