Ne yapayım, işte bu da benim huyum, adına ne derseniz deyin...Anı kitaplarına, özellikle tarihimizle ilgili anı kitaplarına çok meraklıyımdır. Bilhassa esaretten kaçışla ilgili bir anı kitabı elime geçtimi onu gecenin bir yarısına kadar okurum. Seneler önce de ''Esir Türk Ellerinden Hatıralarım'' adlı bir kitap elime geçmişti. Bir bankanın yayınıydı, o bankaya gittiğimde kitap köşesinde bulup almıştım ve okumuştum. Ruslara esir düşen bir subayımızın anı kitabıydı. Ayrıca yine seneler önce okumuş olduğum ''Kelebek'' adlı romanı da unutmam mümkün değil...Aynı kitabı seneler sonra bir daha okudum. Bir kitap fuarını gezerken bir de ne göreyim, Kelebek romanının devamı olan bir kitap görmem mi...Mal bulmuş mağribi gibi sarılmıştım adeta ve bir solukta okumuştum. Yine seneler önce, yani üniversite öğrencisiyken bir kitap okumuştum ki... Tarihimizin o dramatik dönemini anlatıyordu. O da bir nevi hatırattı. Mehmet Arif Bey'in yazdığı o kitap... ''93 Moskof Harbi Ve Başımıza Gelenler.'' Müthiş bir kitaptı. Bir yerde sanırım şöyle yazıyordu: ''Tarih için tekerrürden ibarettir diyorlar. İbret alınsaydı tarih hiç tekerrür eder miydi!'' Ve bir yerinde de şöyle diyordu yazar: ''Ey Türk oğlu, Moskofa karşı damarlarında kan yerine kin dolaşmalıdır!''

            En son da Bir Osmanlı Askerinin Hatıratı adlı kitabı okumuştum ve o heyecanlı esaret anlarını birkaç bölüm halinde paylaşmıştım. Bitireyim demiştim, ama o çarpıcı cümleler ve kaçış heyecanı beni yine cezbetti ve son bir bölüm daha yazayım, daha doğrusu paylaşayım dedim. Bu paylaşı8mı yaparken aman şöyle düşünülmesin: ''Acaba konu sıkıntısı çekiyor da alıntılara mı sarıldı?'' hayır, bende konu bitmez, bekleyin. Yani duvara dayanmadım mermisi biten bir asker gibi. ''Artık buraya kadar'' diyecek halde olduğum sanılmasın. Bende ''mermi'', pardon ''cümle ve konu'' çoktur...

            Neyse, gelelim Temeşvarlı Osman'ın kaçış hikayesine...Bir gemiye biniyor... İşte onu dinliyoruz...

            Gemiye binmeden aramızda sıkı sıkı sözleştik; kesinlikle Türkçe konuşmayacaktık, sürekli Avusturyalıların diliyle konuşacaktık. Ayrıca her türlü ihtimali göz önüne alarak kethüdayla anlaşmıştım. Zorda kaldığım zaman kendisine mektup yazabilirdim. Böyle durumlarda mektubu iyi saklayıp sırrımızı duyurmamalıydı. Paskalya orucunu otuz beş gün geçtikten sonra Kızılkule Kapısı yakınında Leopoldus Stadt adlı yerden gemiye bindik. Gemi nehirden aşağıya doğru Pojon tarafına doğru gidiyordu. Yolculuğumuz iyi geçmeye baaşlamıştı ilk günlerde. Ara sıra ters rüzgar çıkıyordu. O zaman da durup beklemek zorunda kalıyorduk. Gemide birkaç yolcu daha vardı. Çoğu zaman gemi sahibini yemeğe çağırıyorduk. Yanımızdaki Tokay şarabından içince adamın bize olan tavrı çok daha farklı oluyordu. Yaltaklanıp ikramlarda bulunuyordu. Estergon'dan Budin'e giderken Wissegrad'dan aşağı, Budin'e yakın bir yerde şiddetli bir gün doğusu rüzgarına yakalandık. Gemi hareket edemiyordu artık. Rüzgarın durmasını bekleyecekti. Ama ben sabırsızlanıyordum. Bir an önce karaya çıkıp kalacak biryerler bulmak istiyordum. Sonunda yanımdaki kadını da alıp bir balıkçı kayığına atladım. Fakat bunu yaptığıma bin pişman oldum. Rüzgar nehri açık deniz gibi dalgalandırmıştı. Kayığı dört kürekçi götürüyordu; daalgalarla boğuşmaktan Budin'e varıncaya kadar yüz kere ölüp dirildik. Bütün zorluğa rağmen gemiden önce Budin'e varmayı başardık. Varoşta, gözden uzak kalacak bir yer aramaya başladım. Burada beni tanıyan birilerinin olduğu kesindi; onlara rastlamaktan  korkmaktaydım. Kısa bir aramadan sonra nihayet şehrin Viyana yönündeki varoşlarından birisinde küçük bir Avusturya hanı buldum. Yanımdaki kadınla birlikte orada geceledik. Ertesi gün gemi geldi. Geminin burada beş on gün kalması gerekiyormuş. Biz ise bir gün önce buralardan uzaklaşıp aşağılara gitmenin sabırsızlığını yaşıyorduk. Kaldığım yer dul bir kadına ait bir meyhaneydi.İki gün sonra Kızıl Yumurta Paskalyası'ydı. Bütün Hıristiyanlar kiliselere gittiler. Biz ise oturmuş, konakladığımız yerde beklemekteydik. Meyhaneci dul kadın bizden şüphelendi. Yanımıza gelerek niçin kiliseye gitmediğimizi sordu. Adeta azarlıyordu: ''Büyük küçük herkes kiliseye giderken siz buradasınız, nasıl Hıristiyanlarsınız?''

            ''Biz Lüteran mezhebindeniz sizin kilisenize gitmeyiz. Biz böyle yolda, kendi başımıza ibadetlerimizi yaparız.''

            Sözlerim kadının kafasını karıştırmıştı; ikna olmuş gibi başını sallasa da hareketleri ve bakışlarından şüphesinin tam olarak ortadan kalkmadığı anlaşılıyordu. Şehirde kaldığımız birkaç gün süresince zamanımızı dinlenerek ve güzel kaplıcalara giderek geçirdik. Paskalya'dan sonra Baya adlı mahallede pazar kurulurmuş. Budin'den de birçok büyük tüccar gemisi oraya gidiyordu. Biz de bunlardan birisinin sahibiyle anlaştık. Baya'ya gitmek üzere peşinatını verip eşyalarımızı yükledik; kendimiz de girip yerleştik. Geminin hareketini bekliyorduk ki hiç ummadığımız bir olay gerçekleşti. Yukarı kaleden onbeş asker ve bir zabit, yanlarında bir tercümanla gelip gemiyi kuşattılar. Gemiciyi tutuklayıp sorgulamak üzere kaleye götürdüler. Gemide yirmi kadar tüccar vardı; yerlerine oturmuş, sabırsızlıkla geminin hareket etmesini bekliyorlardı. Askerler daha sonra çıktılar, soruşturmaya başladılar. ''Burada kıyafet değiştirmiş, Viyana'dan kaçan Müslüman esirler varmış. Kimlerse hemen ortaya çıksınlar'' diyorlardı. Herkes birbirine bakınıyordu. Biz ise hiç oralı olmuyor, soğukkanlılığımızı bozmadan oturuyorduk.

            Gemiye giren subaylar insanları bir bir sorguya çekip kontrol ettiler. Sıra bize geldiğinde karşımıza dikilen subay, biraz da kendinden emin bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı: ''Sizden başka yok... Aradıklarımız sizsiniz!''

            ''Bize kaçak diyen kim peki?''

            ''Bu soruya yukarıda, kalede generale sorarsınız.''

            İtiraz etmeye kalkışmamızın bir yararı olmadı. Emir almışlardı. Çaresiz onlarla birlikte kaleye çıktık. Kaleye varır varmaz bizi doğruca nezarete attılar.

            Huzura çıkarıldık. General sorularına devam ediyordu.

            ''Ayıp olmazsa doğum yerinizi sorabilir miyim?''

            ''Aslımızı inkar etmemiz mümkün değildir. Ana babamız Müslüman, biz de Lipova'lıyız. General Carrafa, Lipova'yı aldığında biz de esir düştük. Sonra Avusturya'ya götürüldük ve orada efendimiz tarafından Hıristiyan eğitimi verildi. Hıristiyan olduktan sonra da efendilerimiz bizi serbest bıraktılar.''

            Ve serbest bırakıldık. İşin özü sonradan anlaşıldı... Meğer bizi meyhaneci dul yaşlı kadın ihbar etmişmiş...