Naciye teyze nenemin ablasıydı. Onu da nenem gibi severdim.

Nenem çok neşeli, Naciye teyze durgun ve ağırbaşlıydı. Ben kocasını hiç tanımadım. Ölmüş olmalıydı, ondan hiç söz edildiğini de duymadım.

Naciye teyzenin iki oğlu, iki de kızı vardı. Büyük oğlu Ali Osman’ın kebapçı dükkanı vardı. Babamla karşı Çıksorut tepesindeki bağımıza giderken yolumuzun üstündeki kebapçıya uğrardık. Bir keresinde babama:

Bu oğlan iyice büyüdü. Benim yanıma çırak olarak gelsin. Bir sanat öğrenir.

Olur diyemem. Anası ne der bilemem. Anası olur derse yarın senin yanına gelir.

Ben henüz okula gitmiyordum. Ali Osman dayının yanında çırak olarak işe başladım. Nenem bu durumdan pek hoşnut olmasa da birkaç ay çalışıp sadece sanat değil başka şeylerde öğrendim. Okullar açılınca nenem beni evine çok yakın olan ve yeni açılan okula yazdırdı.

Naciye teyzenin büyük kızı Hatice Çıksorut tepesinin eteğindeki evinde oturur ama, oturduğu evin hemen alt ucunda köşe başındaki kebapçı olan kardeşi Ali Osman’la görüşmez, konuşmazdı. Naciye teyze de bu oğlunu hiç sevmezdi. Çocuk halimle bir keresinde “onu doğuracağıma keşke taş doğursaydım” dediğini de hatırlıyorum.

Söylenene göre anamın teyze oğlu Ali Osman, anamdan iki üç yaş daha küçük ve anama hep bacı, bacım der saygı gösterirdi. Ancak herkes gibi anam da onu pek sevmezdi. Ama çaresizlik size, sevmediğinizin de kapısını çaldırıyordu.

Bir zaman sonra Ali Osman dayının Belediye Mezbahasına kasap olarak girdiği konuşulmaya başladı. Her gün sanki bir kasap dükkanı varmış gibi el atından mahallenin fakir halkına et satmaya başlamıştı. Yöre insanları yoksul, alım gücü zayıf ve çaresizce, kapısını çaldıkları Ali Osman ise çok acımasızdı.

Ali Osman dayının yanında çalışırken bazı insanların para istediğine de tanık olurdum. Para isteyenler söz gelimi on liraya ihtiyacı olduğunu, onbeş gün sonra ödeyeceğini söyler ve rehin olarak değerli bir şey bırakır ve günü geldiğinde de borcunu oniki lira olarak ödemeye söz verirdi. Naciye teyzenin bu oğlunu neden sevmediğini ve neden evine sokmadığı böylece anlamış oldum.

Bir gün anam babama:

Kaç hafta, kaç aydır evimize et girmedi. Çocuklar zaten zayıf. Teyzem oğlu kırıkçılık yaparmış, hani mezbahadan koynunda saklayıp çıkardığı et parçalarını satarmış. Bu kırıkçılık işi de onu epey zenginletmiş hani…

Sen hele biraz sabret. Biz et alırsak helalından alalım. Ona minnet etmeyelim.

Aradan epey bir zaman geçti. Bir gün babam Ali Osman’la karşılaşmış ve:

Teyzen kızı senin kırıkçılık yaptığını duymuş, koynunda biraz var mı?

Var eniştem, hem de alası var. Bugün kesim iyiydi, bizde payımızı almaya çalıştık.

Pay dediğin no’laki?

Bak ağam, hayvanı kestik, yüzdük, içini temizledik ya, gövde çangala asılı buzhaneye doğru giderken, gövdenin boyun kısmından, karın bölgesinden yani gövdede belli olmayacak şekilde ufak parçalar, kırıklar keser işliğimizin koynuna atarız. Bazı günler bir, bir buçuk kilo olur.

Kilosu kaça olur?

Valla, kasapta on kaat, bende de sekiz kaat olur. Ama sen yabancı değilsin, eniştemizsin, yedi kaat versen de olur. Bacım da, çocuklar da afiyetle yesin. Tartmaya da gerek yok. Kilodan fazla gelir, o da benden yana helal olsun.

Tamam da Ali Osman benim o kadar param yok. Sen bana tart, beş liralık ver.

Enişte sen bunun hepisini al, bir ay içinde paran olunca dokuz kaada tamamlarsın.

Ali Osman, sen bana beş liralık ver, borçlu kalmayalım.

Tamam ağam, tamam. Ben seni anladım. Kalanını dokuza tamamlama. Şimdi beş ver, sonra ikibuçuk daha verirsin.

Ali Osman koynundan çıkardığı etleri bir kağıda sarılı olarak babama verir, beş lirayı alır. Babam kağıda sarılı etti elinde şöyle bit tartar, bir kilodan az gibi hisseder. Evin yakınındaki Bakkal Hüseyin’de utanarak tarttırdığı et, sekiz yüz, sekiz yüz elli gram ancak gelir.

Babam içinden “puşt herif hem faizci, hem hilebaz ve hem de acımasız. Ama ne çare şu fakirliğin gözü kör olsun” der.

Anam, babamın getirdiği ete bakar ve:

Çocuklar biraz sevinsin diye istemiştim ama bu pek yenilecek gibi görünmüyor.

Bir kilodan fazla gelir deyip, hesabı bir kilo üstünden tuttu. Gelirken bakkalda tartım sekizyüz gramdan az fazla geldi. Bir kilo hesabıyla da ikibuçuk lira borçlandık.

Nur yüzlü teyzem bu fırsatçı alçağa nasıl “oğlum” deyip sarılsın? Bu uğursuz yüzünden teyzem torunlarını bile görmüyor.

Borcumuzu öder, bir daha ondan bir şey almayız.

Zaten çalıntı olanı bilerek alıp yemek de haram, günah. Bilerek paramızla günah mı satın alalım? Tövbe yarabbi…

Küçük pazarda Kebapçı Sadık vardı. Bazan anamın avucuma koyduğu bir lirayı, elimin içinde sıkıca kapatır ve “sakın düşürüp kaybetme” diye tembihlerdi. Elimi hiç açmadan, sıkıca tutarak gider Sadık ustanın avucuna kordum.

Anam, kıyma biraz yağlıca olsun dedi.

Sadık usta beni tanırdı. Sanırım kıymayı da yüz gramdan biraz fazlaca yapardı.

Aradan uzun yıllar geçti. Yaşamakta olduğum kentten sılaya, yani doğup büyüdüğüm kente gittiğimde Naciye teyze ve nenem, dedem ve hatta babam da artık yoktu. Anam da çok yaşlanmıştı ve bana:

Teyzem oğlu Ali Osman emekli oldu, şu bizim üst sokaktaki Tuzcuların evini aldıydı. Hayadında su havuzu, havuz başında asması, çiçekleri, ağaçları olan evi…

Hayırlı olsun, sefasını sürsünler. Bildiğim mahallenin en büyük, en güzel eviydi…

Ne sefa sürmesi, Ali Osman kötürüm oldu. Eğer hava güzelse dış kapının önünde bir sandalyeye oturtur, akşam içeri alırlar.

O kötü işler, faizcilik de yapardı. O işleri artık bırakmıştır.

Yoook, ne bırakması, çarşıda açtıkları dükkanda büyük oğlu sırf o işi yapar, akşam da kötürüm babasına hesap verirmiş. Faizcilik onun kanına işlemiş.

Babam rahmetli; “it bok yemekten vazgeçmez” derdi.

Tüm geçmişimize rahmet olsun. Naciye teyzem; “ben ölünce Ali Osman tabutumu tutmasın, namazımı kılmasın, mezarıma da hiç gelmesin” diye vasiyet etmişti.

Sabah erkenden anamı da alıp mezarlık ziyaretine gittim. Anam yürümekte zorlandığı için en yakın olan mezardan başlayıp sırayla babamı, nenemi, dedemi, Naciye teyzeyi ve diğer rahmete ulaşmış yakınlarımızı ziyaret edip dualarımızı okuduk.