Hiç adetim olmadığı halde gecenin o saatinde çalan telefonumdaki o numarayı reddetmiştim. Bunun nezaketsizlik olduğunu bildiğim halde açmamamın sebebi ise yurtdışından aranmamdı. Artı 49'un Almanya'nın uluslararası kodu olduğunu biliyordum. Emniyet kuvvetleri her zaman uyarır ya: ''Yurtdışından aranıyorsanız ve numarayı da bilmiyorsanız açmayın...'' Zira karşı taraf sizin kredi kartı bilgilerinizi ele geçirebilir. Ve biraz sonra o numaradan bir mesaj geliyor: ''Hocam ben Cahit Bey'in kızıyım, Almanya'dan arıyorum. Biraz sonra sizi tekrar arayabilir miyim!'' Emin oluyorum ve cevap veriyorum: ''Elbette, memnuniyetle...'' Ve arıyor, titreyen bir ses tonu ile anlatmaya başlıyor: ''Babam...'' diyor ve kısa bir sessizlik...Acı bir haber vereceğini hissediyorum. ''Dün hakkın rahmetine kavuştu. Ani bir kalp krizi geçirdi ve hastaneye yetiştiremedik. Geçen hafta da doksanıncı yaş gününü kutlamıştık. Öleceği içine dalmış olacak ki sizi arayıp helallik almamızı bize sıkı sıkıya tembih etmişti. Sizi çok severdi, hep bahsederdi. Çok emeğiniz geçti, hakkınızı helal edin.''
Duygulanıyorum; aşağı yukarı 15 senelik bir gönül dostluğumuz ve kalbi beraberliğimiz olmuştu Cahit abi ile... Hatıralar gözümün önünde canlanıyor. ''Allah rahmet eylesin, hakkımı helal ediyorum'' diyorum. ''Cenazesi yarın Yalova'ya getirilecek uçakla'' diyor. Şair ne güzel demiş: ''Birgün geldiğimiz yere/ Tekrar yalnız başımıza dönecek/ Ve arkamızdan nereye gidiyorsun diye/ Ağlayanlarımız bir başkasına gönül verecek/ Olduktan sonra, neylersin/ Bu hayatın toprağını/ Suyunu, havasını...'' Daha 2 ay önce gelmişti iğnesini yaptırmaya. O prostat hastalığını 15 senedir çekiyordu, her 3 ayda bir bana gelirdi. Seneler önce bir ahbabım bana getirmişti ve kısa zamanda kalbi bir dostluk gelişmişti aramızda. Beni iki katlı villasına davet ediyordu o yaz... ''Bizim fakirhaneye buyur gel. Karadutlar dökülmeye başladı, toplayalım.'' Gittiğimde evin bahçesindeki karadutlardan tadıyordum. Şimdiye kadar hiç böyle bir dut yememiştim. Rehberime onu şöyle kaydetmiştim: ''Cahit Karadut.'' Yani dutlar onun soyadı olmuştu benim nezdimde...
Dut yerken bir yandan da hayatını anlatıyordu: ''Kebankent'in bir köyünde doğmuşum. İlkokuldan sonra okuyamadım, fakirlik işte... Askerlikten sonra Almanya'ya işçi olarak yazıldım ve çıktı. Ver elini gurbet. Orada 30 sene çalıştım ve birikimimle bu villayı yaptırdım. Şurada burada da az çok dünyalığımız var. Şükür halimize. Çocuklar oradalar.'' Takılıyorum: ''Cahit abi iyi birikim yapmışsın maşallah. Bu kadar serveti nasıl biriktirdin?'' Gülüyor ve boğazını gösteriyor: ''Kayseri'nin zengini soğanın cücüğünü yermiş derler ya. Az yiyip kısa giydik gurbette...''
Yine bir dut mevsiminde davet ediyordu: ''dutlar dökülüyor'' diyordu. O gün de ameliyat günümdü. Ve ikindiyi geçe direksiyona geçiyordum. Gerek ruhen, gerekse de bedenen öyle bir yorgunluk vardı ki üzerimde... Evi şehir dışındaki yamaç bir yerdeydi ve otobana yakın bir yerdeydi ve etrafında da benzer villalar vardı. Arabanın sesini duyunca cahit abi bahçe kapısına doğru geliyordu. Genellikle kapının önündeki düz bir alana park ederdim her zaman. Nitekim virajı alıp park edeceğim sırada yorgunluktan biraz ağır davranmış olacağım ki rahatsız edici bir korna sesi duyuyordum. Arkama döndüğümde arabasının camından kolunu çıkarmış ve hayli hiddetli bir kişinin bana bağırdığını görüyordum. Şaşırmıştım. ''Kardeşim ehliyeti bakkaldan mı aldın! Arabayı parketmeyi bilmiyorsan direksiyona geçmeyeceksin. Beni bekletmeye ne hakkın var. Bak deminden beri seni bekliyorum. Yol ver de geçeyim!'' Ben de sol kolumu çıkarıyorum ve özür diliyorum: ''Kusura bakmayın, biraz yorgunum da...'' Ve ilerliyorum. O sırada Cahit abi koşup geliyor ve adamın arabasının önüne geçip adeta yolunu kesiyor... ''Bana baksana komiser, senin yaptığın yetti artık. Terbiyeni takın. O benim can kardeşim ve misafirim. Sen nasıl bağırırsın misafirime! Ben yiğidin harman olduğu yerin insanıyım. Her kuşun da eti yenmez!'' Ortamın gittikçe sertleştiğini gördükçe tedirginliğim de atrmaktaydı haliyle. Zira merkeze konulan bendim ve nahoş bir olayın ortaya çıkma ihtimali beni germekteydi. Derler ya ''laf ola beri gele...'' Adam konuştukça konuşuyordu. Ben o kişiyi sakinleştirmeye çalışırken Cahit abiye arkam dönüktü. Bir de ne göreyim! Cahit abinin elinde bir tabanca vardı ve bahçe kapısından hızla bize doğru gelmekteydi. Tırnaaaklarıma kadar terlemiştim. Hemen koşup sarılıyordum. Silahı tuttuğu bileğini kavrıyordum ve o kişiye de işaret ediyordum... ''Hemen buradan uzaklaşınız!'' Adam da hemen arabasına binip uzaklaşıyordu. Oh be belki de bir cinayet işlenebilirdi ve hele şükür ki önledim diye geçiriyordum içimden. Bahçeye geçip kamelyanın altında oturuyoruz. Sinirden elleri titremekte. ''Elimden bir gün kaza çıkacak, iyi ki silahı aldın'' diyor. ''Cahit abi biliyorum silahın ruhsatlı, bunu geri ver gitsin'' dediğimde köpek sesi işitiyorum. ''Bak bu köpekleri de yeni aldım, tabancayı veremem. Dün gece başıma ne geldi biliyor musun! Bunlar olmasa bu sessiz yamaçta ben nasıl uyurum. Vallahi gece girip beni kesseler kimsenin ruhu duymaz!''
Merak ediyorum: ''Ne oldu dün gece?''
Mendili ile yüzündeki teri siliyor... ''İki hırsız evi soymaya geldi dün gece... Neyse sonra anlatırım. Gel önce kebaplarımızı yiyelim, sonra da dutlardan tadarız.''