Hor ve hoyratça kullandığımız dünyamızda doğanın da elbette bir tepkisi olacaktı. Buzulların erimesi, iklim değişikliği, çöllere kar yağması, dengesiz yağışlar ve sel felaketleri… İspanya’da yaşanan son sel felaketinin çağrıştırdığı bir anım…
Yaz yağmuru sonrası mis gibi toprak kokusu ve havada huzur veren bir dinginlik vardı. Nenem pencere önündeki köşesinde uyuklamaya başlayınca hemen yerdeki şilteye uzanıp beni göğsüne yatırdı. Tatlı bir öğlen uykusundan büyük bir uğultuyla uyandık. Dedem sağa sola koşturup:
“Sel… sel!” diye bağırıyordu.
Hemen odadan fırlayıp korkuyla dedemin eline yapıştım. Dedem çok telaşlı kazma kürek gibi şeyler aranıyordu. Nenem:
“Ben onları ayakaltında durmasın diye çatıya kaldırdım. Şimdimdi indiririm.” Deyip, çabucak çatı arasından getirip, dedemin ayağının dibine koydu. Selin uğultusu giderek artıyor, dedem:
“İnşallah buraya ulaşmaz…” Diye telaşlı, korkulu ve çaresizlik içinde dönüp duruyordu. Nenem çevik bir hareketle küçük odanın damına çıktı:
“Sular bize ulaşamaz. Boşuna telaş etme herif.” Diye dedemi biraz rahatlattı.
Gök yüzü parlak, yıkanmış mavisiyle çok desenli bir kumaş gibiydi. Minareden Hasan Ali Hoca ikindi ezanını okuyordu.
Dedem de beni kucağına aldı, birlikte dama çıktık. Nenemin yanına oturup seli izlemeye başladık. Ben ilk kez doğa karşısında insanın çaresizliğine tanık oluyordum.
Sel olup taşan Karaakar nenemin evinden en fazla iki yüz metre kadar aşağıda bostanların arasında akardı. Dere yatağı bostanlardan iki üç metre daha derideydi. Nenemin evi bostanlara bitişik son evdi. Nenemin evi ile Karaakar arasında bir de Küçük Akar vardı. Sel suları Küçük Akara kadar gelmişti. Yavaş yavaş da çekilmeye başlamıştı. Sel sularının çekildiği yerler geride kalan balçıktan belli oluyordu. Akşamüzeri çekilme Karaakar yatağına varmıştı ama, yatak tam dolu, sel gürül gürül akıyordu. Dedem:
“Hava kararmaya başladı. İnşallah devamı olmaz. Şimdilik bizim için tehlike geçti ama, bostanlar çok zarar gördü. Haydi şimdi aşağı inelim.
Anam tam o sıra nenemle dedeme biraz yemek getirmişti. Anam elimden sıkıca tuttu birlikte eve döndük. Babam ertesi gün işe gitmedi. Sabah erkenden ben de kalkmıştım. Babamla birlikte çok yakın olan nenemlere gittik. Dedem kazma kürek falan hazırlamıştı.
Bostan arası yolundan Karaakar kıyısına vardık. Sular neredeyse tam çekilmiş, yıkık köprü meydana çıkmıştı. Her taraf çamur, balçıktı. Dedemle babam selin getirdiği birkaç ağaç gövdesini odun yapmak için kenara çekti. Sonra kıyı boyunca bitlikte yürüdük, selin getirdiği şeylere baktık. Dedem:
“Şükürler olsun bir can kaybı yok.”
Babam da:
“Karşı, Çıksorut tarafına da geçebilseydik iyi olurdu.
Akar yatağının Çıksorut tarafı daha yüksekçe ve kıyı boyunca ceviz ve diğer ağaçlarla doluydu. Sular toprağı oyup ağaç köklerini açığa çıkarmıştı. Önceleri yüzlerce su kaplumbağası sudan çıkıp topluca kıyıda güneşlenir, dinlenirdi. Bir şeyden ürkünce de dinlendikleri yerden topluca suya atlar, birbirlerine çarparak takır takır ses çıkarırlardı. Sel sonrası sanki yok gibiydiler. Merakla dikkatle bakmaya başladım ve üç beş tane görünce de biraz rahatladım.
Çıksorut tepesindeki bağımıza giderken babam ‘kese yol’ olduğu için, yıkık köprünün dere içindeki taşlarını sıra halimde dizip geçit yapmışıtı. Yazın sular azalınca o taşlara basarak karşıya geçerdik. Bazan ben paçamı sıyırıp, çıplak ayakla suyun içinden geçerdim. Serin serin çok hoşuma giderdi ama şimdi karşıya geçmek pek de olanaklı değildi. Dedem:
“Teftin köprüsüne neredeyse ulaştık sayılır. Bir de o yanı kolaçan eder, Yazıcık köprüsünden döneriz.” Dedi.
Böyle gezmek çok hoşuma gidiyordu. Yavaş yavaş yürüyerek Teftin köprüsünden geçip Çıksorut eteğindeki Teftin su değirmenine vardık. Dedemle babam değirmenin su oluğuna bakan taş üzerine oturup sarma sigaralarını tellendirdiler, sonra koyu muhabbete devamla birer sigara daha yaktılar. Ben sıkılmaya başlamıştım. Kaplumbağaları merak ediyordum. ‘Sel suları ya onları alıp götürdüyse’ de çok üzülüyordum.
Sonunda yürüyüşe geçildi. Bu taraf biraz daha yüksekçe olduğu için zarar biraz da az görünüyordu. Tam yıkık köprüye vardığımızda ben koşarak köprünün bu yakada yıkılmamış kısmına çıktım. Babamla bağ dönüşünde de hep böyle yapardım.
Köprünün üstünden karşı kıyıda bulunan pınara baktım ama pınarımız sanki yok olmuştu. Bağa giderken hep o pınardan suyumuzu içer, biraz da yanımıza alırdık. Pınarın Yazıcık tarafında kavak, söğüt gibi ağaçlar vardı. Bahar aylarında bu ağaç diplerinde kocaman ve bembeyaz mantarlar olurdu. Anam zehirleniriz diye korkar yemezdi ama babamın kavurduğu o mantarın tadını hala unutmuş değilim.
Unutamadığım bu yaz seli: bugün tam bir duygu seli olup yüreğimden taştı. Aradan geçen üç çeyrek yüzyılın ardından, Karaakarın çevresi düzenlenmiş, benim su kaplumbağalarımdan bir tane bile kalmamış. Aslında Karaakar, Çıksorut bağları diye bir şey kalmamış. Her yer beton… beton ve betondan evler.
Kıyısındaki pınarlardan su içtiğimiz akarlar, bostan arası yolunda koşarak domates, biber, kavun, karpuz kopardığımız bostanlar şimdi nerelerdesiniz? Bari çocukluğum kalsaydı, onu da götürmeseydiniz...