Adetimdir, bir ülkeye seyahat edeceğim zaman haritayı önüme sererim ve o ülkeyi uzun uzun incelerim. Bu sefer de öyle yapıyordum. İşte harita önümde ve öncelikle Baltık Denizi'ni buluyorum. Evet, nereye gideceğimi merak ediyorsunuzdur, söyleyeyim: Estonya'nın başkenti Tallinn'de düzenlenen 9:Baltık Üroloji Kongresi'ne katılmanın heyecanı sarıyor beni o an...Baltık Denizi yazısından doğuya doğru kayıyor bakışlarım. İşte Estonya ve işte Tallinn...Evet, deniz kenarında bir başkent. Bakıyorum ki Tallinn aynı zamanda Finlandiya Körfezi'nde yer alıyor. Yukarıda ise Helsinki yazısı görülüyor...İçimden şöyle düşünmeden edemiyorum: ''Fırsat bulursam Tallinn'den feribotla günübirlik olarak Helsinki seyahatı yaparım!'' Niyetin bir adım ötesi ise kısmettir ve ben o kavrama inanırım...

            Bakıyorum haritaya ve batıdan doğuya doğru uzanan üç komşu ülke sıralanıyor...Litvanya, letonya ve Estonya...Şöyle düşünmeden de edemiyorum...''Estonya'ya da gidersem bu üçlüyü tamamlamış olurum. Litvanya ve Letonya'yı görmüştüm, şimdi ise kısmette Estonya var.''

            Seyahat bende adeta bulaşıcı bir hastalık gibidir, işte itiraf ediyorum. Keeşke bütün bulaşıcı hastalıklar böyle olsa...Değil mi yani! Neyse...Seneler önce Letonya'nın başkenti Riga'ya gitmiştim. Niçin mi? Yani bir üroloji kongresi vesilesiyle gitmiştim. Sanırım Nisan ayıydı, ama öyle bir soğuk hava karşılamıştı ki bizi...Hiç unutmam, Riga'ya seksen kilometre uzakliktaki tatil beldesi Jurmala'yı da görme imkanı bulmuştuk. Bir sahil şehri yani...O da ne! Sahilde karlı bir kıyı şeridi ile karşılaşmıştık. Eee, burası Baltıklar, kış memleketi...Ondan birkaç sene sonra yine bir Baltık ülkesi olan Litvanya'ya bir kongre vesilesiyle gitmek nasip olmuştu. Başkent Vilnius'ta güneş bizi ısıtmıştı diyebilirim. Tarih de yanılmıyorsam Mayıs sonu idi ve Beyaz Geceler denilen mevsimlik şöleni seyrederken mutlu olmuştum. Yani güneş akşam saat onbir civarında batıyor ve sabah saat üç buçukta da güneşin doğuşuna şahit oluyorduk. Beyaz Geceler dedikleri işte bu...

            Hiç unutmam, bir aakşam yemeği için otelden grup halinde yürüyüp şehir merkezindeki bir restorana gitmiştik. Şehri ikiye bölen bir nehir üzerindeki köprülerin ayrı bir güzelliği vardı. Nehrin adı da sanırım Nerus idi. Gecenin on buçuğunda aklıma esmişti...''Grubu beklemeyip buradan otele yürüyeyim tek başıma ve o nehir üzerinde beyaz geceleri izleyeyim'' demiştim ve hakikaten de saat onbire doğru güneşin batışına şahit olmuştum.

            Neyse, biz gelelim Estonya kongresine...Mayıs ayının sonunda Tallinn'de olacaktım, ama Baltıklara güven olmqazdı elbette. Giyim yönünden tedarikli olmak gerektiğinin farkındaydım. Kışlık kalın kıyafetler de alsa Aklıma ymıydım acaba? Aklıma oğlumun bir arkadaşı geliyordu. Evet, Selçuk Bilgisayar Mühendisi olarak iki yıldır Tallinn'de çalışmaktaydı. En iyisi onu aramaktı. Ve telefonun öbür ucunda Selçuk. Bir sürpriz yani...''Selçuk 23 Mayıs'ta Tallinn'de olacağım, görüşmek isterim!'' Şaşırıyordu...''Aaa, bu ne sürpriz, tamam, geldiğinizde görüşelim mutlaka... Şehri de gezdiririm!''...Soruyorum: ''Selçuk Riga'da üşümüştüm, kalın kıyafetler de alayım mı?'' Titreyen sesi ile cevap veriyor: ''Evet, akşamları soğuk oluyor, palto alın!''

            Uçağımız Tallinn  üzerinde alçalmaya baaşladığında o berrak havada yeşillikler okyanusunu görüyorum desem abartmamış olurum. Tam da pencere kenarında olduğumdan uzayan orman örtüsünü seyretmenin zevkini yaşıyorum o an...Evet, ne güzel bir manzara... Aklıma Allahuekber Dağları geliyor. İki yıl önce de Kars'a Temuz ayında gitmiştim ve uçaktan o ormanlarımızın doyumsuz manzarasına şahit olmuştum. Ve yumuşak iniş yapan uçağımızdan inip valizlerimizi alıyoruz ve pasaport kontrolü için kuyruğa giriyoruz kafile olarak.

            Bu havaalanının adı Lennart Meri. Estonya'nın Sovyet boyunduruğundan kurtulup bağımsızlığına kavuştuğundaki kurucu liderinin adıymış... Havaalanı pek de modern sayılmaz. Ben gördüğüm için mukayese ediyorum işte, Bodrum Havaalanı burasını gölgede bırakır diyebilirim. Köhne bir mekan desem abartmamış olurum. Neyse, iki tane kabin var ve pasaport polisinin önüne giden meslektaşlarımıza çeşitli sorular sorulduğunu gördüğümüzde bu durumu haliyle garipsiyoruz ve birbirimizin yüzüne bakmadan da edemiyoruz. İnsan sanıyor ki pasaportunu o camlı bölmeden vereceksin ve poli de bir pasaportu inceleyecek, bir de senin yüzünü süzecek ve kaşeyi basacak... Normal olan bu değil mi yani! Sanki bilmiyor muyum, nerden baksan belki otuz defa yurtdışına çıkmışımdır...

            Hemen arkamdaki rehberimize soruyorum: ''Bir problem mi var?''

            ''Yok'' diyor, ''niçin geldiniz, ne kadar kalacaksınız ve en önemlisi de dönüş tarihinizi de ibraz ediniz diye soruyor!'' Ve ben de dönüş biletimizin tarihini gösteren belgeyi ekliyorum pasaporta... Esprili bir cevap da veriyorum...''Türkiye'den değil de Sudan'dan geldiğimizi mi sandı yoksa! Bunlar ahiret soruları gibi!''

            Ve önümdeki meslektaşımın devesi bayırı aşıyor(!), sıra bana geldiğinde pasaport polisine doğru yürüyorum, ama iki adım attıktan sonra arkamdaki rehber arkadaşıma dönüp şu tembihi yaapmadan da edemiyorum...''Sizin İngilizceniniz daha iyi, polisle anlaşamazsam bana yardım edebilir misiniz?''...''Tamam'' diyor ve bir adım arkamda adeta hazır kıta olarak yerini alıyor. Gel gör ki polis onu görünce sağ eli ile adeta azarlar gibi ''no, no'' diyerek rehberin uzaklaşmasını sağlıyor. İçimden de ''mübarek, kendini ne sanıyorsa, bizi belki de Afganistanlı sandı! Sen kimsin ki densiz adam'' demeden edemiyorum. Ve pasaportumu inceliyor, yüzüme, kara kaşıma, kara gözüme, burnuma, gözlerime bakıyor...''Dönüş biletiniz var mı''  diye sorduğunda onu da ibraz ediyorum ve kaşenin o sert sesini duyuyorum. Pasaportumu alıp ''araf'tan öteye geçme şansını yakalıyorum. Kapının öte tarafında bekleyen arkadaşlarla sohbet ediyoruz. ''Rehberi bekleyelim, beraberce valizlere gideriz'' diyorum, ama polisin o tepeden bakan tavrı çok zoruma gidiyor. ''Ulan senin ülkene tenezzül edip sığınacak kadar alçaldığımı mı sanıyorsun densiz polis; sen benim ülkeme kurban olasın'' dediğimde çevremdeki meslekt Yanılmışım meğer...Demezler miaşlarımdan onay bekleme saflığını da gösteriyorum. Demezler mi ''iltica falan olmasın diye adam haklı olarak işi sıkı tutuyor!''  Haydaaa! ''Ben aidiyet duygusunu kaybetmiş biri değilim arkadaş, tenezzül mü ederim Estonya'ya'' diyorum o an...

            O koridorda gözümüz kulağımız pasaport kontrolünden çıkması beklenen rehberimizde...En az onbeş dakika süren bir bekleyişten sonra  rehberimiz de o kapıdan çıkıyor ve gülerek yanımıza geliyor....''Okan korktum ki gemi kaptansız kalacak, ne oldu, hayrola'' diye soruyorum. Elini omuzuma atıyor ve pasaportunu gösteriyor...''Sormayın, pasaportumda bayağı çizikler varmış, cihaz bir türlü okuyamadı, mecburen bütün kontroller elle yazılarak gerçekleştirildi'' diyor.

            Ve bavullarımızı alıp çıkışta toplanıyoruz ve bizi şehire götürecek otobüse doğru yürüyoruz. Hava da şansımıza o kadar sıcak ve güneşli ki...Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış derler ya...

            ''Paltoyu galiba boşuna mı yük ettim'' diye düşünüyorum otobüse yürürken...Neye niyet, neye kısmet...