GÜNAYDIN/ TÜNAYDIN Değerli Okurlar,
ATATÜRK, gerçek kurtuluşun ilimde, akılda, çağdaş eğitimde aranması gerektiğini en iyi gören ve bu konuda köklü adımlar atan bir liderdi.
ATATÜRK’ ün bu tutum ve davranışı, tarihte bilime değil, hurafelere değer veren yöneticilerin davranışları incelendiğinde açıkça görülmektedir.
Örneğin, Tanzimat’tan sonra yeni açılan rüştiye mekteplerinde ( ortaokullarda), harita ile coğrafya dersleri okutulması üzerine, Damat Sait Paşa, Padişah’ a başvurarak, “ coğrafya derslerinde harita göstermenin kâfir âdeti olduğunu ve şeriatın buna cevaz vermediğini” bildirmişti.
Büyük Osmanlı denizcisi Pirî Reis’ in, dünyaca ünlü haritasını, bu olaydan yüzyıllarca önce, 1513’ te çizdiğini düşününüz. Sonra da, XIX. yüzyılda, coğrafya derslerinde harita göstermenin şeriata aykırı olup olmadığının tartışılmasındaki garabete bakınız.
Bir başka örnek:
Yalnız bilim ve teknik alanında yenilikler getirerek değil, hukuk düzeninde de önemli değişiklikler yaparak Türkiye’ yi çağdaş medeniyete ulaştırma yolunda cesur adımlar atan Büyük Reşit Paşa’ nın gücü, XIX. yüzyılın ilk yarısında, camilere paratoner konmasını sağlamaya yetmemişti.
Çünkü teokratik düzen, hemen her konuda olduğu gibi, paratoner konusunda da dinî otoriteden fetva alınmasını zorunlu kılıyordu.
Fetva olumlu çıkmadı ve paratonerin ülkeye girmesi bir süre ertelendi.
Tarihî belgeler gösteriyor ki, teokratik düzen, müspet ilimin çözmesi gereken konular dâhil, her konuyu dinî fetvalarla çözmeye çalışmıştır.
Bu fetvalardan birkaç örnek görelim:
Pırasa demekle maruf sebzenin veya yılan balığının yenilip yenmeyeceği dinî fetvalarla çözülmüştü.
Düğünlerde davul çalmanın şeriata uygun olup olmadığı bile, dinî fetva konusu yapılmış ve bütün Anadolu’da evlenme törenlerinde davul çalmak bir millî adet iken, nikâhta davul çalmanın haram olduğuna hükmedilmişti.
Matbaanın Türkiye’de Müslümanlar tarafından kullanılmasına izin veren fetva, matbaanın icadından 277 yıl sonra çıkarılabilmişti.
Dahası var: "Behçet- ül Fetaya" ( İstanbul-1926) adı altında yayınlanmış bir fetvalar mecmuasında yer alan bir fetva, cennette konuşulan dillerin Arapça ve Farsça olduğunu hükme bağlamıştı.
Oysa hazreti Peygamber zamanında İranlılar henüz Müslüman olmamışlardı. Zerdüşt dinine mensup idiler. Bu sebeple, ne bir ayetin, ne de bir hadisin, Farsçayı CENNET DİLİ diye vasıflandırması düşünülemez. Farsça medrese öğretiminde önemli bir yer tuttuğu içindir ki, söz konusu fetvayı yazan Abdullah Efendi, bu dili cennette konuşulan dil ilân etmekten hiç sakınca görmemişti.
Türkiye’de halkın çok büyük çoğunluğu Arapça ve Farsça konuşmazken, cennette konuşulan dillerin bu iki dil olduğunu iddia etmek, ancak milletten kopmanın ve medresenin dört duvarı içine hapis olunmanın işareti olabilir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK' ün akla ve bilime dayalı yaklaşımı, herhalde gelecekte, sağduyu sahibi insanlar tarafından daha da iyi anlaşılacaktır.
Gününüz aydınlık ve esenlik dolu olsun.
NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE!