1962 yılının Ekim ayı ve güzel bir pazar günü. Edirne’de ilk pazar günüm. Erkek Sanat okulundaki parasız yatılı okuyan kıdemli arkadaşlarla ilk kez gezmeye çıkacağım. Yurdun birçok ilinden, Batı Trakyadan ve hatta Libya’dan gelen arkadaşlar var. Yaklaşık doksan yüz civarı yatılı öğrenciydik ve okul dışına sadece Pazar sabahı saat dokuz ile akşam saat onyedi arasında çıkılıyordu.
Alaturka tuvaletimiz bodrum katta on oniki kabinli, ön tarafta duvar boyunca uzanan su yalağı, yine duvarda on oniki musluk ve ayna asılıydı. Pazar sabahı kahvaltı sonrası bazı arkadaşbar ders sıralarının üstünde harıl harı patılon, gömlek ütülerken bazı arkadaşlar da tuvalettteki aynanın karşısında sakal tıraşı oluyordu. Diğer bazı arkadaşlar da sadece Pazar günleri gelen berbere ücretsiz saç traşı olmak için sıraya yazılıyordu.
Okulumuz Tunca kıyısına oldukça yakın Horozlu Bayırındaydı. Benim sınıfımdan dört beş arkadaşla çıktık. Horozlu Bayırı ile Arabacılar Sokağının birleştiği uçta bir sokak çeşmesi ve sağ tarafta da tarihi saat kulesi vardı. Yolun ucundan sağa dönünce hemen köşede T.C. Ziraat Bankası ve hemen bankanın köşesinde dörtyol kavşağı… Dümdüz karşıya geçerseniz Edirne’nin tek caddesi olan Saraçlar Caddesi, sağa dönerseniz D100 veya E5 diye bilinen yoldan Kapıkule sınır kapısına, sola dönerseniz de İstanbul’a ulaşılırdı.
Neyse biz ilk Pazar günü gezmemize dönelim. Arkadaşlarım bana çevreyi tanıtma yarışında ve biz kavşaktan dümdüz Saraçhane Caddesine geçtik. Caddedeki yapılar genelde eski ve tam bir sınır kasabası havasını yansıtıyor. Kaldırımlar sakin ve her haliye bir öğrenci kenti olduğu anlaşılıyor.
Erkek Sanat dışında; Kız Öğretmen ve Hemşirelik okulları da yatılı olduğundan Saraçhane Caddesinin sağlı sollu kaldırımlarında sadece bakışan kız ve erkek öğrenciler var denilebilir. Saraçhane Caddesinin sağ tarafı Alipaşa Çarşısı, çarşı upuzun ve kapalı. Caddenin sağ kaldırımına bakan dükkanlar, mağazalar da Alipaşa Çarşısının dış yüzünü oluşturuyor. Alipaşa çarşısı D100 Kapıkule yolundan Balıkpazarı Caddesine kadar uzanıyor. Söylenene göre üçyüz metre uzunluğundaki bu çarşının içinde yüz otuz dükkan varmış.
Orta kapının sol köşesi Zogo pastanesi,tam karşısında yani caddenin öbür yanında da tek katlı PTT binası vardı. Hem pastane ve hemde postane kızlı erkekli öğrencilerle doluydu.
Zogo pastanesinde daracık ahşap merdivenle çıkılan birde asma kat vardı. Pastane bir aile işletmesi ve bana söylenene göre de baba Zogo’nun mutfakta özenle hazıladığı lezzetler; tezgahta duran ve siparişleri alan oğlu ise kırk yaşlarında görünüyordu. Beyaz önlüklü baba Zogo altmış, altmıbeş yaşlarında yeşil gözlü oldukça uzun boylu bir Yugoslav göçmeni; arada bir gelip camlı dolabı kontrol eder eksikleri tamamlarmış.
Zogo’nun camlı dolabındaki pasta ve tatlılar benim daha önce görüp tatmadığım ve hatta adını bile bilmediğim şeylerdi. Ben sadece limonata içeceğimi söyledim ama arkadaşlarım “olmaz” diye ısrar edince benimkide “keşkül olsun” dedim. Siparişlerimizi söyleyip daracık ahşap merdivenden asmakata çıktık. Küçük yuvarlak masaların neredeyse tamamı dolu ve çoğunluğu da el ele tutuşmuş çenç kızlarla erkek arkadaşlarıydı.
Biz beş arkadaştık. Yuvarlak küçük masaya sıkışarak oturduk. Servisi iki güzel genç kız yapıyordu. Siparişimizi bu kızlardan biri getirdi. Hayatımda ilk defa tadını bilmediğim keşkül tatlısını kaşıkla ağzıma götürdüm. “Aaa, bu ne güzel bir tatmış böyle…” diye geçirdim içimden. Sonra gözüme çerçevelenmiş ve duvara asılı siyah beyaz fotoğraflar takıldı. Batı Trakyalı arkadaşım Mehmet “bu fotoğraflar Zogo’nun memleketindenmiş” diye açıklamada bulundu.
Pastaneden çıkınca Saraçlar caddesi boyunca, ta Meriç Köprüsüne kadar yürüdük. Mevsim nedeniyle Meriç nehrinde sular çekilmiş nehir yarağında kum adacıklar oluşmuştu. Köprünün ortasında durup Meriç Nehrinin yatağına hayranlık ve şaşkınlıkla baktım.
Arkadaşlarım bu kısa ilk Pazar günü gezmemizde neredeyse tüm Edirne’yi bana tanıtma hevesindeydi ama bu olanaksızdı. Okula dönüşte öbür kaldırımdan yürüyorduk. Postane önüne geldiğimizde solumuzda kalan Zogo’yu el sallayarak selamladım.
Horozlubayırına vardığımızda önümüzde çoğunluğu genç kız olan Roman bir grup vardı. Şarkılar türküler söyleyerek çok yavaş ilerliyor, iki adımda bir durup allı yeşilli elbiser içinde kıvırta kıvırta oynuyorlardı.
Bu da hayatımda gördüğüm ilklerden biriydi. Bu defa arkadaş Talip açıklama yaptı “bak bu romanlar bizim yakın komşularımız olur. Hani bizm okul müdürü lojmanı; tam bir sınır oluşturur. Bir adım ötesi Tunca taşkın setlerine kadar roman mahallesidir. Gece boyu duyduğumuz çalğı ve türkü, şarkı sesleri de bu mahalleden gelir.
Gece yarılarına kadar yatakta duyduğum çalğı seslerini kaynağını böylece öğrenmiş olsam da aklım Zogo’nun camlı dolabındaki nefis görünümlü tatı ve pastalarda kalmıştı.
O güzel ve tarihi değeri oldukça yükse olan okulumuzdan mezun oluşumuzun ellinci yılın yılında yatılı okuyan ve o gün hayatta olan arkadaşlarla okulumuzun pilav gününde buluştuk. Saraçlar Caddesi epeyce değişmi kalabalık kaldırımlarda yürümek zorlamıştı. Özellikle Zogo pastanesini görmek, keşkül yemek istiyorduk ama o güzel mekan bir giysi mağazası olmuştu.
Zogo’nun sunduğu tatlar, dar mekanın bizde uyandırdığı gönül ferahı, duvarlardaki balkan esintileri; hep anılarımızda yaşayacak.