Otobüste cam kenarına oturuyorumki bu yeşillikler okyanusunda geziden zevk alayım ve gönlümde de bir parça samyeli essin...Ve otobüs dolunca her zaman olduğu gibi rehber eline mikrofonu alır ve tanıtıma başlar. Bu sahne gezilerin değişmez fotoğraf karesidir ve rehber de otobüsün ön tarafında, şoföre yakın ayakta durur ve yüzü de elbette yolculara dönüktür. Ben de rehberi can kulağı ile dinlerim ve söylenenleri beynime nakşederim. Çünkü gezilerin her anını köşemde yazarım. İşte sana malzeme...Hani derler ya ''söz uçar, yazı kalır!'' Niye yazmayayım ki! Hani o söz vardır ya...''Hayvan yularından, insan sözünden tutulur!'' Ben de bu kongrenin sosyal programlarında rehberi ''sözünden tutmaya'' çalışacağım.

            Ve rehber başlıyor konuşmaya...''Değerli hekimlerimiz Tallinn'e hoş geldiniz. Ben yerel rehberiniz Can...Bu kongre boyunca sizlere Estonya'yı tanıtmaya çalışacağım. Ben Letonya'nın başkenti Riga'da oturuyorum aslen ve oranın vatandaşıyım aynı zamanda. On yedi senedir Riga'da oturuyorum ve Litvanya, Letonya ve Estonya'daki bütün gezilerde rehberlik yapıyorum. Zaten bu üç Baltık ülkesinin de kültürleri birbirine çok benziyor. Üçü de Sovyetler Birliği çatısı altında onlarca yıl aynı kaderi paylaşmıştır!''

            Rehber konuşurken kafamda bazı düşünceler de uyanmıyor değil yani...Hani ses tonundan, yüz ifadesinden beynimde şu düşünceler uyanıyor: ''Ben bu insanı bir yerlerden tanıyorum, gözüm bir yerden ısırıyor, ama...'' Düşüncelerim bu ''ama'' etrafında dolaşıp duruyor...

            Neyse, anlatmaya devam ediyor: ''Estonya'nın nüfusu 1 milyon üçyüz bin... Başkent Tallinn ise 600 bin nüfusa sahip. HaniTürkiye'de önce şehirler kurulur, sonra da parklar yapılır. Tallinn'i ise şöyle tarif edebiliriz: Parklar üzerine kurulmuş bir şehirdir. Gezerken göreceksiniz, geniş parklar üzerine kurulu bir şehir burası!''

            Derler ya ''her ağaçtan kaşık olmaz!'' Ayne öyle...Her insandan da rehber çıkmaz, ama Can gerçekten işinin erbabı bir rehber olduğunu her haliyle gösteriyor, ortaya koyuyor. Meslektaşlarımızdan birisi soruyor...''Haritadan baktım da Helsinki buraya yakın gibi gözüküyor, nasıl gidebiliriz?'' Can anlatıyor: ''Konaklayacağınız otelden sağa doğru uzanan caddenin adı Kreutzwaldi caddesi. O caddeyi takip edip sonuna kadar gittiğinizde limanı göreceksiniz. Feribot ile Helsinki'ye iki saatte varıyorsunuz. Gidiş 45 avro, dönüş 45 avro... Bileti internetten alabileceğiniz gibi gidip oradan gişeden de alabilirsiniz!''

            Bu konuşmalar sırasında beynimdeki ''ama''nın cevabı da netleşiyor gibi...Evet, iyice kanaat getiriyorum. Can, 10 yıl önce Riga'da bize rehberlik etmişti. Derler ya ''bu o, aynısının tıpkısı...'' İçimden de diyorum ki ''otele yerleşirken lobide tanışırım Can ile...''

            Ve otobüsümüz Kreutzwaldi caddesindeki otelimizin önünde duruyor, çantalarımızla lobiye gidip oda anahtarlarımızı alıyoruz. Fırsat bu fırsat deyip Can'a yaklaşıp kendimi tanıtıyorum. ''Ben sizi Riga'dan tanıyor gibiyim. On yıl önce orada bir kongre vardı ve siz de bize iyi bir ev sahipliği yapmıştınız!''

            Şaşırıyor...''Evet, hatırlar gibiyim!''

            Pekiştireyim diyorum...''Eşiniz de Letonyalı değil mi? Bakın hatırlatma babında bir anı anlatayım mı? Zira bu anının tam merkezinde olan kişi sizdiniz!''

            Tebessüm ediyor...''Hocam merak ettim, anlatır mısınız!''

            ''Hani bir akşam yemeğini Le Dome Restoranı'nda yemiştik ve gecenin bir saatinde şehire dönerken bazı arkadaşlar  bir caddede inip eğlenmeye gitmişti. Biz sizinle otele dönüp lobide sohbet ederken bir telefon gelmişti size ve hemen ayağa fırlamıştınız ya!''

            ''Nasıl hocam?''

            ''Birkaç arkadaş bir mekanda eğlenmiş ve sonra ellerindeki içki şişeleriyle içe içe otele yürüken birden polis önlerini kesmiş. Zira yaptıkları meğer suçmuş. Letonya'da elinde içki şişesiyle dolaşmak yasakmış meğer. Bizimkiler kendilerini tanıtmış, masum olduklarını anlatmaya çalışmışlar, ama nafile...Polis ceza kesiyor. Onlar da sizi arayınca verilen adrese gidip onları cezadan kurtarmıştınız ya!''

            Şaşırıyor ve gülüyor...''Çok iyi hatırladım...Vallahi bravo, unutmamışsınız!''

            Hazır ortam hazırken kafamdaki bir soruyu da sormak istiyorum Rehber can'a...''Köşemde yazmak istiyorum. Riga'da da anlatmıştınız Sovyet emperyalizminden bu ülkelerin kurtulması sırasında oluşan o sivil direnişi...Yani 1 milyondan fazla sivilin el ele tutuşmasını anlatır mısınız!''

            ''Evet, Gorbaçov'un 1989'daki konuşmasından sonra bu üç ülkenin insanları Sovyet tanklarının üzerlerine gelmesinden korkmuştu ve 1 milyon üçyüz bin sivil otobanda el ele tutuşarak direnç göstermişti. Yani düşünebiliyor musunuz, elele tutuşan kafilenin bir ucu Tallinn'de, öteki ucu Vilnius'ta... Bu direniş dünyanın en büyük sivil direnişi olarak tarihe geçmiştir. Rusya bu sivillere saldırmaya, tanklarını göndermeye cesaret edememişti!''

            Espri bu ya...''Can aslında elele tutuşup direniş göstermeye de gerek yokmuş, boşuna gayret göstermişler!''

            Şaşırıyor...''Nasıl yani?''

            ''Canım hümanizma gerçeği var ya...Rusya hiç tank gönderir mi!''

            İnce espriyi anlıyor ve beraberce gülüyoruz. Alayala karışık bir gülme elbette...

            Odama doğru yürürken tekrar Can'a dönüp son sözümü söylüyorum...''Hümanizma, yani zavallı aydıncıklara çiğnetilen bir afyon sakızı!''