Birkaç hafta önce yapmış olduğum prostat biyopsisinin sonucunu öğrenmek için bilgisayarda gezinirken hastam Fani Bey de karşımdaydı ve heyecanını bakışlarından ve vücut dilinden okuyabiliyordum. Kolay değildi elbette, hani derler ya ateş düştüğü yeri yakar. Zira daha önce yapılmış olan prostat biyopsilerinden birisinin sonucu iyi, birisinin sonucu da malign, yani kötü çıkmıştı. Ama hastanın genel durumu ve bulguları bir tümörü de işaret etmiyordu doğrusu...Son gelişinde ''beni Bursa'lara gönderme, son biyopsimi de sen yap, ben bundan sonra seninle yürüyeceğim'' diyordu. Doğrusu bu biyopsinin sonucunu onun kadar ben de merak ediyordum ve heyecanlıydım. Zira yıların dostluğu vardı ve bir gönül köprüsü oluşmuştu Fani bey ile aramızda...
             Bilgisayarda prostat biyopsisinin sonucunu gördüğümde sevinmiştim, çünkü ''benign'' sözcüğünü görüyordum ve atış yaparken de iğneyi özellikle şüpheli alanlara yönlendirmiştim. Bir yol kazasına maruz kalmayalım diye azami dikkat göstermiştim biyopsi yaparken. Biyopsi sonucuna bakıp arkama yaslanıyordum. Dediğim gibi Fani beyin gözleri üzerimdeydi.
            ''Evet'' diyordum, ''Fani bey sonuç şu anda önümde, tahminin nedir?''
            İki elini önden bileştirip şöyle diyordu: ''Ben kadere inanan bir insanım! Alnıma ne yazılmışsa ona boyun eğmişimdir! Ölümden korkacak halim yok ya!''
            ''Yani iyi mi, kötü mü? Bir tahminde bulunsan!''
            ''Vallahi içimden iyi geçiyor!''
             Daha fazla heyecanlandırmayayım, şu müjdeyi bir an önce vereyim diyordum. ''Haydi gözün aydın, temiz çıktı!'' O anda koltuktan adeta yay gibi fırlayıp bana doğru geliyordu. Gözlerindeki o sevinci görebiliyordum. ''Gel sana şöyle bir sarılayım'' diyordu ve sırtımı da sıvazlıyordu. Bir süre öylece kalıyorduk. Sonra elimi tutuyorordu, bırakmıyordu. ''Bana söz vermeden elini bırakmayacağım'' dediğinde şaşırıyordum.
            ''Söyle Fani bey, üzerime düşen neyse onu yaparım, hiç şüphen olmasın!''
            ''Mübarek adam, sen vazifeni yaptın, ben yapacağım üzerime düşeni! Bana dünyaları bağışladın. Şimdi söylüyorum işte... Önümüzdeki hafta sonu sana bir kebap yedirmek isterim, bak hayır demeyesin! Öyle bir şansın yok ki zaten!''
            Bu kalbi davet beni çok mutlu etmişti. Gülüyordum... ''Bak Fani bey tilkiye demişler ki kızarmış tavuk budu sever misin. O da güldürmeyin beni demiş!''
            ''Anladım'' diyordu, ''kabul ediyorsun. Önümüzdeki Cumartesi seni arabamla alıp çok uzaklara götüreceğim, kendini ona göre ayarla. Nöbet möbetten anlamam!''
            ''Tamam, ama nereye götüreceksin?''
            ''İznik Gölü'nün karşısına, dağa doğru!''
            ''Yoksa Aşağı Gürle'ye mi?''
            ''Tam üstüne bastın. Orayı biliyorsun demek ki!''
            ''Bilmez olur muyum oranın leziz etini!''
            Ve veda edip ayrılıyordu. Dediğimiz gün telefonum çalıyordu...''Hocam biraz sonra evden çıkıyorum, onbeş dakikaya senin evinin oradayım. Gürle'ye gidiyoruz!''
            Bu sürprizi açıklayayım diyordum...''Fani bey ben şu anda neredeyim biliyor musun!''
            ''Nerdesin?''
            ''Bak oradan bin altı yüz kilometre uzaktayım!''
            Şaşırıyordu... ''Yurt dışında mısın yoksa!''
            ''Hayır, bak söylüyorum, bir tarafımda Cudi, bir tarafımda Gabar Dağı var. Ben o ikisinin arasındaki şehirdeyim. Gelişim ani oldu, kusura bakma sana da haber veremedim!''
            ''Anladım sen Nuhşehir'desin! Ne işin vardı oralarda?''
            ''İki aylık geçici görev çıktı'' diyordum ve dönüş tarihini de bildiriyordum.
            ''Tamam, döndüğün haftanın Cumartesi'sinde bendesin'' diyordu.
            Ve döndüğümde kararlaştırdığımız saatte beni alıyordu ve yola çıkıyorduk. Muhabbet muhabbeti açıyordu. ''Hocam geçen hafta başıma neler geldi bir bilsen!!' diyordu.
           ''Hayrola Fani bey!''
            ''Bak anlatayım... Telefonum çaldı, diyordu ki ben istihbarattan Ali. Hakkınızda bir şikayet var. Fetö hesaplarınızı ele geçirmiş! Hemen söyleyeceğim adrese şu kadar para ile gidin ve bir otomobil gelecek, parayı ona verin. Ayrıca evde eşine ait ne kadar altın varsa onları da getirmeyi unutma. Bu beladan seni kurtaralım!''
            ''Eee! Nasıl inandın?''
            ''Adam tam bir profesyonel. Açınca benim anamın, babamın adını söyledi ve bana tasdik ettirdi. Doğum yerimi ve doğum tarihimi de gününe varıncaya kadar söyledi. Şaşırdım, adam şeceremi çıkarmış anlayacağın!''
            ''Eee!''
             ''Mecburen eve gidip altınları aldım. Cebimde de epey döviz var söylemesi ayıp. Adamın dediği yere gittim, ama giderken de polise telefon ettim ve biraz ileride pusuya yattılar elbette. Adamı derdest edecekler. Anlamıştım dolandırıcı olduğunu! Telefonda saf ayağına yattım anlayacağın!''
              ''Sonra''
              ''Bekle, bekle gelen yok. Adamı tekrar aradım bekliyorum diye. Demek ki şüphelendi. Bu sefer başka bir adres verdi, orda bekle dedi. Oraya gittim, tabii polis de beni takip ediyor!''
               ''Sonra?''
               ''Yine gelen olmadı. Artık beni uzakta mı gözlüyor nedir! Belki de polisi görmişlerdir! Başladım buna saymaya! 'Ulan sahtekar herif' deyip arkasını getirdim! O kadar pişkin ki, dinliyor!''
                Ve telefon numarasını polise verdim, araştırıyorlar.
                O sırada Gürle'' levhasını görüyoruz ve ilerleyip lokantaya varıyoruz. Siparişler ve en mutlu olduğumuz yemek safhası başlıyor.
                Dönüş yolunda da hayat hikayesini anlatıyor Fani Bey...