Polikliniğin o kalabalık ortamında yarı açık kapıdan birisi eliyle bazı işaretler yapmaktaydı bana...hani gözleriyle konuşuyordu desem daha doğru olur gibime geliyor.... Evet, insanlar bazen de gözleriyle konuşur. Kişi karşınıza gelir, susar ve sadece gözünüzün içine bakar. Bu suskunluğa bir de yüzündeki jest ve mimikler eklenirse işte buna ''gözleriyle konuşmak'' diyebiliriz.
Gözlerinden, bakışlarından tanımıştım onu. İçimden de ''mutlaka bir eski dost, bir kalbi dost olmalı o'' diyordum ve merakımı yenemeyip kapıya doğru yöneliyordum. Evet, senelerce beraber çalıştığımız kalbi dosttu o... Yağız abiydi... Uzun zamandır görmemiştim, sarılıyorduk... ''Abi gel hele içeriye'' dediğimde tereddüt ediyordu... ''Muayene olacağım, ama kaydım yok ki'' diyordu. Ben de kalbimi gösteriyordum... 'Abi burada kaydın var!'' Tekrar sarılıyordu... ''O eski vefakarlığından hiçbir şey kaybetmemişsin'' diyordu....Hüzünlenmiştim... ''Abi otur şöyle, bir meslektaşıma git kaydol da gel diyebilir miyim! Sekreterimiz seni hemen kaydeder'' dediğimde gözlerinin nemlendiğini farketmemek mümkün değildi. Sekreterimize tanıtıyordum: ''Yağız abi hastanemizin kahkaha makinesiydi!''
Başını öne eğiyordu... ''Nerde o eski günler, Allah kimseye göstermesin... Ne oldum değil, ne olacğım diye düşüneceksin!''
Biraz neşelendireyim diye gayret ediyordum, ama nafile...Dertli olduğu her halinden belliydi zira... ''Eşimi on gün önce kaybettik. Zaten son iki senedir yatalaktı biliyorsun... Sadece gözleri ile işaretleşebiliyorduk!''
''Duymuştum abi, başın sağ olsun'' diyordum.
''İki sene önce İstanbul'a bir rahatsızlığı için gitmiştik, hastane enfeksiyonuna yakalandı ve ansefalit teşhisi koydular. Ogün bugündür adeta yaşayan ölüydü'' derken sesi titriyordu. Yüreğinin yanmakta olduğunu tahmin edebilmek için kahin olmaya gerek yoktu elbette...Espri yapıyordum, ama mizah ustası o eski Yağız abiden eser yoktu. Elbette ateş düştüğü yeri yakardı. O şarkıda diyor ya...''Bir eser kalmamış eski halinden...''
Aynen öyle... Hani derler ya ''yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.'' hayat bir okul, insanı olgunlaştıran ve de terbiye eden bir okul...Yıllar sonra insan yaşadıklarından ders çıkara çıkara o şiirdeki gibi düşünür adeta...
''Gökyüzünün başka rengi de varmış,
Geç anladım taşın sert olduğunu...''
Evet, gökyüzü her zaman masmavi ve bulutsuz olmuyormuş dersiniz... Birden hava bozar ve gökyüzü kararır, şimşekler çakar ve bakarsınız ki dolu yağmakta...Hayat da işte böyle acılarla, tatlılarla dolu bir gerçekler zinciri...
Neyse uzatmayalım, prostatla ilgili şikayetlerini anlatıyordu. Gerekli tetkikleri istiyordum ve öğleden sonra tedavisini düzenliyordum. ''Aman ameliyat deme de,yaş zaten seksen oldu, şurada en fazla on yıl daha yaşarım!'' Yağız abi hayatı doya doya yaşayan biriydi o zamanlar. Bir İtalya seyahati dönüşünde şöyle dediğini hatırlıyorum: ''Sağlığım yerindeyken gezeceği, dolaşacağım. Paramı tepe tepe yiyeceğim, zira yarın hastalıklar sarar da paramı da yiyemem. Paranızı yiyin zamanında!'' Ama bakıyordum da Yağız abinin gözlerindeki o ışıltı, o umuttan eser yok gibiydi...Sanki hayata küsmüş ve inzivaya çekilmeyi istiyor gibi bir duygu kaplamıştı benliğini...Şairin dediği gibi...
''Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var!
Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar.''
Onun yüzüne bakınca ilkbaharı değil de sonbaharı hatırladım diyebilirim. Hani sonbaharda dağlara çıkarsınız, içinizden şöyle dersiniz: ''Elin gitmiş, viran kalmış yaylalar.''
Sevdiğim bir şiir vardır, hayatın yollarını anlatır...
''Gönlümde daima yeni bir yol hazırlığı,
Her lahza baaşka beldelerin iştiyakı var:
Yıldızların, ayın bile hasretle baktığı
Çöller, denizler, engin ufuklar ve yaylalar...
Bir sevginin hayalini takip eder gibi,
Çok kerre bir melal ile baktım ufuklara.
Aştım dumanlı dağları, engin denizleri,
Cennet misali yurdumu gezdim adım adım:
Aşık çoban çocuklarının saz benizleri,
Mahzun yavuklular...Sizi gördüm ve ağladım.
Yollarda anladım neye inler kaval sesi,
Rüzgar niiçin susar, neden ıssız bu yaylalar?
Hepsinde bir garipliğin üzgün düşüncesi,
Hepsinde ayrılıkları söyler terane var.''