Yani şöyle geçmişe bir yolculuk yapıyorum da ne hatıralarım varmış meğer diye düşünmeden edemiyorum. Zaman tünelinin duraklarında şöyle bir nefesleniyorum ve zamana soruyorum... ''Ey deli rüzgar gibi geçen zaman, sana soruyorum! Ama bak kem küm etmek yok! Şöyle tarafsız bir gözle anlat bakalım... İnsanların adeta karakter sınavı verdiği bir yıllar demeti vardı ya! Gel geçmişe dair bir hoş sohbet yapalım... Hıı ne dersin!''

            Zamanın yüzü asılıyor... ''Kardeş boşver, geçmiş geçmişte kaldı. Biliyorum senin beni nereye yönlendireceğini... Bir de diyordun ya anılarımın bir kısmını halının altına süpürdüm. Tamam, bırak kalsın! Bir de sen Mevlana'nın o sözüne çok vurgu yapıyorsun ya hani!''

            Tereddüt ettiğimi görünce bir kahkaha atıyor zaman... ''Ben de senii keskin hafızalı birisi olarak bilirdim, bak hatırlayamadın!'' Takılıyorum... ''Yoksa bana balık hafızalı mı demek istiyorsun!''  Mahcup bir eda ile bakışlarını kaçırıyor... ''Estağfurullah, nerden çıkardın şimdi bunu!''   Bir an kararsızlık yaşıyorum ve sonunda hatırlıyorum... ''Fil hafızalıyımdır biraz desem abartılı olmaz. Bak hatırladım, iyi dinle!''

            ''Tamam, dinliyorum'' diyor zaman... İtiraz ediyorum... ''Tamam da kardeş, hani yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum diyen de benim yani.... Ve de reva görülen zenci Türk muamelesi vicdanımda öyle isyanlara yol açmış ki zaman zaman hatırlayınca halının altından çekip yazacağım tutuyor işte! Şimdi olduğu gibi... Buna istersen zaaf de! Ne dersen de! Beni duygularının esiri olan birisi olarak da tanımlayabilirsin bugünlük!  Hiç umurumda değil inan!''

            Zaman iki kolunu birleştirip sağ elinin baş ve işaret parmakları ile çenesini alttan kavrayıp derin bir  nefes alıyor ve uzaklara bakıyor... ''Belki de haklısın... Daha otuzlu yaşlarda Yalova'ya geldiğinde bazıları tarafından nasıl yalnızlaştırılmaya çalışıldığını ben çok iyi hatırlıyorum. Özellikle muayenehane açtığında hastalarının kulağına nelerin fısıldandığını da biliyorum. Hani bir vicdanın isyanı diyorsun ya... Geçen günkü yazında Zweig'den yaptığın alıntı bugüne ışık tutuyor gibi... Haklısın!''

            ''Anladım, anladım'' diyorum zamana, ''hani son söz olarak yazmıştım makalemin sonuna... 'Vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz.'  Evet, aynen böyleydi cümle!''

            ''Gel'' diyor zaman, ''şöyle oturalım şuraya da dertleşelim... Anlıyorum, bugün senden kaçış yok! Beni esir alacaksın, ama olsun!'' Gülüyorum...''İlle de dokunduracaksın zaman. Seni de bir dost bildik! Hani halk arasında derler ya...'Adam bildik, yol sorduk!' Dinlesn ayakkabıların mı yıpranır!'' Omuzuma dokunuyor zaman... ''Küsme yahu, dinleyeceğim işte! Son zamanlarda amma da alıngan oldun, farkındasın değil mi!''

            ''Belki de öyleyimdir, bilemiyorum. Benim demek istediğim şu: Adam kendi kusurlarını hiç görmez, ama karşısındakinin saçında, bıyığında, giyeceğinde kusur aramaya bayılır! Bak bir de böyleleri vatan kurtarmaya yeltenir! Kendini kurtaramamış ki daha! Böyleleri için ben şöyle derim: 'Evinde galiba ayna yok, olsa oraya bakıp kendini görecek önce.' Haksız mıyım!''

            ''Yani neyi kastediyorsun! Yine bir özlü söz patlatacaksındır. Onun ayak sesleri gibi geliyor bana!'' Tebessüm ediyorum... ''Sende de feraset kavramı amma da gelişmiş. Bak işte söylüyorum, sıkı dur!''

            ''Söyle!''

            ''Kendi gözündeki merteği görmez de, elin gözündeki çöpü görür!''

            Zaman ayağa kalkıp sağ yumruğunu sol elinin içine oturtuyor... ''Kardeş bu ne güzel bir söz! Bunun üzerinden gidip yine hedefe atış yapacaksın anlaşılan!''

            ''Bak'' diyorum, ''maksadım insanlara kara çalmak değil! Hele de kibir benim kalbimde barınacak bir yer bulamaz, ama söylemeden de edemeyeceğim! Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek derler ya!''

            ''Anlat anlat o zaman, dinliyorum. İçinde kalmasın!''

            ''Kardeş, Yalova'ya geldiğimde adeta kuşatılmıştım, yalnızları oynuyordum desem yeridir. Kitlelere nasıl ulaşabilirim diye düşünüyordum haliyle. Birgün tıraş olurken bir gazete görüyordum berberde. Yalova'nın ilk gazetesi... Yalova Gazetesi... Tıraştan sonra o gazetenin bürosuna gidiyordum. O da ne! Sahibi de güzel insan Faruk Bey!''

            ''Eee?''

            ''Ben'' diyordum, ''gazetenizde köşe yazarı olmak istiyorum. Haftada bir yazabilirim! Hani derler ya körün istediği bir göz Allah verdi iki göz... Faruk bey de kabul etme inceliğini gösteriyordu ve yazmaya başlıyordum böylece.''

            ''Sonra?''

            ''Hani çemberi genişleteyim diye düşünüyordum. Yalova'da yerel radyo yayıncılığı yeni yeni başlıyordu. Birgün baktım Çınar FM diye bir radyo yayını var. Hemen adresine gidip Ahmet beyle görüşüyordum ve Cumartesi sabahları bir saat süreyle canlı yayına başlıyordum. Anında sorular da geliyordu. Ama nasıl heyecanlıyım, nasıl haz duyuyorum, bir bilsen!''

            Takılıyor zaman... ''Kendini Orhan Boran sanmışsındır bir an!''

            Gülüyorum... ''Yok ya, ben özgül ağırlığımın ne olduğunu bilirim kardeş! Hani mücadeleci bir yapım vardır, ama hasis ve kinci değilimdir!''

            ''Sonra?''

            ''Sonrası şu...Halka genişliyordu. Bir Melodi TV kuruluyordu ve orada da program yapmaya başlıyordum, ama!''  

            ''Ama?''

            ''Zaman kardeş, biliyorsun birilerinin bir adım önüne geçince çekemeyen insanların sayısı da artar. Bu bir gerçektir! Yani meyveli ağacı taşlarlar misali!''

            ''Merak ettim, ne oldu ki!''

            ''Ne olacak, oldu işte...Başhekimliğe şikayet etmişler. Sarı zarf geldi anlayacağın... Devlet memuru böyle işlerle nasıl uğraşır diye... Buralardan da ücret alıyormuşum... Mış mış da mış mış! Adam kendisi beceremeyince karalıyor elbette! Sen o özlü sözü biliyor musun?''

            ''Hangi sözü?''

            Sesime bir perde verip söylüyorum... ''Kepenek altında er yatar derler ya!''

             ''İnan ilk defa duyuyorum!''

             '' Neyse...Tabii ben tanındıkça bu durum birilerini rahatsız etmeye başlamıştı. Muayenehanemdeki hasta sayısı da haliyle artmaya başlamıştı.''

              ''Sen de az değilmişsin yani!''

               ''Bak bir hoş anımı anlatayım... Birgün ameliyat günümde iki vaka arasında çay içiyoruz. Karşıda da televizyon... Bir den benim eski programlarından birini tekrar yayınlamaya başlamazlar mı! Sanki danışıklı döğüş! Benim de hoşuma gitmişti elbette..herkes dönüp bana bakıyordu o an...Sonradan kulağıma geliyordu. Birileri konuşmama bir sürü kusur bulmuş. Ee yerin kulağı var derler ya. Hani kusur bulan kişi de bir cümlenin sonunu getiremeyen bir zatı muhterem aynı zamanda. Cümle içinde bolca 'şey' diyen birisi anlayacağın... Ben böylelerine  ne derim biliyor  musun?''

               ''Ne dersin?''

                ''Edebi kabızlıktan muzdarip zat zat derim. Birşey daha derim... Dinime söven müslüman olsa bari!''

                Zaman derin bir sessizliğe gömülünce sohbeti sonlandırmayı düşünüyorum o an... Onlar yok, ben buradayım... Ama bu bir kibir değil, yanlış anlaşılmasın sakın...

               Son söz: ''Pek yaş olma, sıkılırsın; pek de kuru olma kırılırsın!''