Yani o kalbi yolu gel de yazma... Hani alışmışızdır hep olumsuzlukları çevremizde anlatmaya...
Nuhşehir'e geldiğimin 16. günüydü ve akşam saat beşte hastaneden çıkıp takriben yüz metre ilerisindeki durakta minibüs beklemekteydim. Bir gün önce yürüyelim demiştik ve şehrin bir ucundaki hastaneden taa öteki ucundaki otele vardığımızda oldukça yorulmuş olduğumun farkına varıyordum. Diğer iki arkadaşıma ''yedi ceddime tövbe, bir daha yürümem ben, yarın minibüse bineceğim, siz yürümeye devam edin'' dediğimde gülüyorlardı. Hani halk arasında böyle durumlar için şöyle derler:''Sen de ne diye atlarla yayılıp taylarla kırkılıyorsun ki!'' Zira onların nüfus cüzdanı benimki kadar yıpranmamış. Şairin dediği gibi ''delikanlı çağımızdaki cevher, gözünün yaşına bakmadan gider!'' Bakmayın böyle arabesk yaptığıma, ben geceleri yaşanmışlıktan sayan biri değilim aslında... Değil mi yani!
Sadede gelelim...Omuzda çantam ve ben minibüs bekliyorum. Uzun yıllar sonra bekliyorum yani...Bu sırada bir kırmızı Honda hastanenin önünden bir genç adamı alıyordu ve biraz sonra da bir de bakıyordum ki önümde duruyordu. Şaşırıyordum, zira tanımadığım, yabancısı olduğum bir şehirde hiç tanımadığım, bilmediğim birisinin arabasına nasıl binebilecektim ki! Genç arkadaş camı açarak tebessüm ediyordu: ''Hocam buyurun sizi bırakalım, sanırım otelde kalıyorsunuz!'' Tereddüt ediyordum ne yalan söyleyeyim.
Ön yargılı biri değilim ve mümkün olduğunca da zanda ileri gitmemeye çalışırım. O an aklıma o özlü söz geliyordu: ''Her deliğe elini sokma, ya yılan çıkar, ya çıyan!'' Görüldüğü gibi tedbirli olmayı öğütleyen bir özlü söz bu, ama aynı zamanda hayata olumsuz bir pencereden bakmayı da teşvik eden bir söz...Yani madalyonun diğer yüzünü de hatırlatıyor. Bir de geçmişte yaşanmış olan olumsuzlukların kötü bir imaj çizdiği o güzel Nuhşehir gerçeği...halbuki güzel insanlar diyarıdır bu belde...Neyse, ''zahmet etmeyin, ben minibüsle de giderim'' dediysem de onlar adeta kalbi duygularını dışarı boca ediyorlardı... ''Hayır hocam, lütfen binin, sizi bırakacağız otelinize!'' İçimden de diyorum ki ''hem bana hocam diyor, hem de otelde kaldığımı biliyor, bin gitsin. Zira fazla naz aşık usandırırmış!'' Ve biniyordum. Meraakla soruyordum: ''Galiba bizim hastanedensiniz, yani sağlık çalışanı olmalısınız!'' Tebessüm ediyordu... ''Evet hocam, ameliyathane personeliyim, adım Davut!'' Ne yalan söyleyeyim, o an çok rahatlamıştım...
Soruyorlar: ''Nerden geldiniz?'' Yalova'dan geldiğimi söylüyorum.Geldiğimden beri konuştuğum her Nurşehir'li öncelikle o soruyu soruyor: ''Nuhşehir'i nasıl buldunuz?'' Bu sorudaki o gizli duyguyu, bilinç altını hissetmiyor da değilim yani...Şehirlerinin geçmişteki o kötü imajından rahatsız olduklarını vücut dillerinden anlamamak mümkün değil... Yutkunuyorum ve muhatabımın omuzuna dokunuyorum... ''Davut, duygularımı saklamayacağım, samimi olarak ifade edeceğim. Yanlış anlamayın da gelirken epey tereddütlerim vardı, ama şu 15 günde düşüncelerim yüz altmış derece değişti diyebilirim. Bu güzel insanlar diyarında meğer hayat çok farklıymış, çok güzelmiş!''
Bakışlarından ve vücut dillerinden mutluluklarını, memnuniyetlerini okuyabiliyordum o an...''Bak Davut'' diyordum, ''bende az çok gazetecilik de vardır. Her hafta köşe yazıları yazarım. Geldiğimden beri akşamları otelde o güne ait gözlemlerimi yazıyorum. Bu kısa yolculuktaki sohbeti de şimdi akşam yazacağım. Beşinci yazım olacak. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Hem seyahat ettim, hem de köşe yazım için iyi bir malzeme çıktı!''
Tebessüm ediyordu... ''Gerçekten yazacak mısınızbu kısa yolculuğu?''
''Merak etmeyin, süsler püslerim ve duygu katarak yazarım'' diyordum otelde inerken...
Şimdi bazı sosyolojik kavramlardan bahsedip oradan bir noktaya temas edeceğim,ama! ''Ama'' da ne demek diye soracağınızı duyar gibi oluyorum. Söyleyeyim, halkla içiçe olmak farklı bir duygu ve davranış şekli...Buradan bir noktaya gelmek istiyorum: Ben gittiğim diyarlarda kahvehane önünden geçerken insanlara selam veririm ve vücut dilimle de bir pozitif enerji gönderirim ve sonuçta ne olur biliyor musunuz! Kalpten kalbe bir yol oluşur, gönül köprüsü kurulur. Yani kendinizi çok da matah bir varlık olarak addedip karşınızdaki insanı cahil diye nitelerseniz o insanı anlayamazsınız. Kendi kendinize sormanız ve vicdan muhasebesi yapmanız lazım...''Kendini ne sanıyorsun ey insan! Özgül ağırlığın nedir ki!''
İşte ben de ilk defa gittiğim Nuhşehir'de kahvehane önünde oturan insanlarca davet edilip çaylarını içiyorum ve bir gönül köprüsü kurmaya çalışıyorum. Jakobence davranışlar benim ayağımın altındadır.
Nuhşehir'de polikliniğe bir asker getiriyorlardı. Ağrı çekmekte, belli ki taş düşürüyordu. Bana bir bakışı vardı ki... Tebessüm ediyor habire...Ben da aşinayım sanki...''Hocam'' diyor, ''siz Yalova'dan mı geldiniz?'' Şaşırıyorum, adımı da telaffuz ediyor bu arada...Aa bu bizim Tugay! Aynı klinik tablo ile bana defalarca gelmiş olduğunu hatırlıyorum o an...''Vay kerata'' diye takılıyorum...
''Hocam terhis olmama 120 gün var'' diyor ve tedavisine başlıyorum...
Hayat böyle bir gerçekler zinciri işte... ''Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!''