''Nasıl yani!'' dediğiniz duyar gibi oluyorum. Zira hayalinizde caanlandırdığınız, basından takip edip bir kanaate sahip olduğunuz bir beldeyi gözlerinizle gördüğünüzde kanaatiniz ya pekişir, ya da hayal kırıklığına uğrarsınız. Veya beyninize ''format atarsınız!'' Yani ''sil baştan!'' Hele de şu ''sosyal medya'' denilen kavram sizi öyle mecralara sürükler ki! Neticede siz de adeta aynanın karşısında bile kendinizi tanımakta zorlanırsınız... Edebe aykırı gibi gelebilecek bir kavramı kullanacağım, tabirimi mazur görünüz...Bu sosyal medya adeta ''beyinleri iğfal eden bir silah'' olarak algılanmalı bence...İşte gördük! Hani düşünce dünyanızı esir alır o algı operasyonları... Hem de tek merkezden ve sinsice!
O sözü çok severim: ''Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin!'' Niye düşünüyorsun ki, gir sosyal medyanın o karanlık tünellerine, seni gerçeğe götürsün(!) Hah hah hah!
Neyse, nerden nereye geldik... Nuhşehir izlenimlerimi yazacaktım güya... Gelirken de yanıma epey kitap almıştım, hani akşamları otelde okurum diye. Hastaneye gidip ''bakın ben geldim'' deyip kaydımı da yaptırdıktan sonra servis beni kalacağım otele götürmekteydi. İlk defa geliyordum Nuhşehir'e. Haliyle etrafa bakıyorum, basında çıkan haberleri kafamda tartıyorum. Şoförümüz Enver'e bazı sorular sormaktayım. O da bu kadim şehrin bir evladı olduğu için herşeye vakıf elbette ve merak kokan sorularıma cevap verirken arada bir bana bakıp tebessüm de etmekte... Belki de içinden şöyle diyordur, nereden bileyim: ''Bu insan galiba Mars'tan geldi!''
Ve otele yaklaşırken soruyorum: ''Enver kardeş senden bir ricam olacak, ileride müsait olduğun bir gün sohbet edelim ve bana da şehri gezdirebilir misin!'' Sağ elini kalbinin üzerine koyarak ''başım gözüm üstüne hocam, sen o kadar uzaktan gelmişsin, gezdirmez miyim!''
Otel odama çıkınca yerleşiyorum ve şöyle pencereden bir bakayım diyorum. O ne güzel bir manzara! Karşıdaki sıradağları görünce yolda taksiciye sormuş olduğum soru aklıma geliyor ve şöyle düşünüyorum: ''Evet, bu Cudi Dağı olmalı.'' Ve çayımı hazırlıyorum... İçerken getirmiş olduğum o kitabı okumaya başlıyorum. İlk sayfayı okuyunca içimden ''şu cümlelerle giriş yapayım, tam da istediğim cümleler'' diyorum. İşte o cümleler...
'' 'C' yıllar sonra geçmiş hayatını anımsamaya çalıştığında yaşadığı olaylar arasında bağ kurmakta zorlanıyordu. Sanki yaşamının büyük bir bölümünün üzerinden bir fırtına esmiş, olan biteni silip süpürmüştü. Zaman bile bulutlar gibi belirsiz ve ölçüsüz akıp gitmişti. Geçmişin uzun yılları hakkında hemen hiçbir şey hatırlamazken bazı haftalar, hatta günler ve saatler zihninde canlıydı. Sanki daha dün yaşanmış gibi duygularını ve düşüncelerini meşgul ediyordu. Bazen bunların sadece küçük bir bölümünü tüm benliğiyle yaşadığını, diğer bölümünün ise yorgunluk ya da önemsiz görevler içinde kaybolup gittiğini düşünüyordu.''
Hep o sözü hatırlarım ve tedbirimi alırım... ''Söz uçar, yazı kalır!'' Alıntı yaptığım 'C' gibi olmamak için diyordum ki ''herşeyi yaz, hani derler ya eşeğini sağlam kazığa bağla!'' Evet, burayı ve buranın insanını yazmaya çalışacağım. Bir yerde okumuştum, Goethe'nin sözüymüş... ''Milyonlarca lüleli peruk da t5aksan, arşınlarca yüksekteki kaideye de çıksan, neysen osundur!'' Ve bir sözü daha... ''Büyük dehalar düzeni, daha küçükler ise insani olanı kurar!'' Ben ise kendimi ''daha küçükler'' sınıfına sokuyorum ve ''insani olan''ı yazmaya gayret ediyorum. Aynen önceki yazılarımdan birinde olduğu gibi... Okuyanlar bilir, yatılı okuldaki anılarımı yazarken yurt başkanının öğrencilerden bir kısmına şefkatle ''evladım'' dediğini, bir kısmına da ''ulen'' diye hitap ettiğini belirtmiştim ve şöyle devam etmiştim: ''Gülmeyecekseniz söyleyeyim, ben de 'ulen' diye hitap edilen kategorideydim!''
Sadede gelelim biz...Otel odasının penceresinden bakıyorum şöyle, karşıda yeşil vadiler, yer yer ormanlık alanlar, dik kayalıklar göze çarpıyor. Evet, burası Cudi Dağı olmalı diyorum. İyice dikkat edince anıt benzeri 4 tane kule görüyorum. ''Bunlar askeri üsler ve o yapılar da muhtemelen gözetleme kuleleri'' diyorum. Karanlık çökünce merakımı yenemiyorum ve bir daha bakıyorum o dağa... Işıl ışıl tam 12 yerleşim yeri sayıyorum. Evet, bunlar köy olamaz, belli ki askeri yerleşim yerleri, üsler...Hele de ikisi muhteşem görünüyor. Tam da doksan derece dik olan kayaların tepesine kondurulmuş, aynen kartal yuvası gibi...Nitekim gündüzün hastanede Enver'e soruyorum. ''Hocam onlar askeri üsler. Gece gündüz Cudi'yi tarayan kameralarla donatılmış. Domuzu bile gösteriyor'' diyor. Enver bana iyice yaaklaşıyor, göz göze geliyoruz. Belli ki bir şey söyleyecek. ''Hocam'' diyor, ''yemekten sonra bizim odatya gelirsen bir çay ikram edelim!'' Kalbi bir yakınlık kurulmuş demek ki...''Tamam'' diyorum ve yemekten sonra odasına giidiyorum. Cep telefonunu çıkarıp ''şuna bir bakar mısın'' diyor. Bakıyorum, tam bir algı operasyonu bu...
''Bak hocam bu sanatçı diyor ki halkın yarısı cahildir!''
Geriliyorum... ''Enver ona sanatçı denilmez. Ayrıca kendisini tarif etmiş zavallı!''
Merakla soruyor: ''Ne denir?''
''Bak'' diyorum, ''onun gibilere sanatçı bozuntusu denir!''
''Hay ağzına sağlık!''
''Bak'' diyorum, ''böylelerine biz Jakoben deriz!''
''O da ne demek!''
''Yani halkından kopuk demek!''