''Misk yerini belli eder'' derler ya... O dost da o odada yerini belli etmişti o telefonla. O günkü ameliyat listem oldukça kabarıktı ve ameliyata erken başlamıştım ve gözüm bir yandan da kapı kenarındaki saattaydı. Diyeceksiniz ki ameliyathanede zamana karşı yarış ederek mi vakaları bitirmeye çalışıyorsun? Hayır, zamanı tasarruflu kullanma açısından o dijital saata bakma gereği duyarım hep. Artık adına ''bir refleksi hareket' de diyebilirsiniz. Anestezi uzmanı da bana takılmadan edemiyor ben ameliyat yaparken... ''Bu kadar vakayı yazıyorsun, ama gün yetmiyor, kendini bu kadar yormaya değer mi!'' Başımı monitorden meslektaşıma çeviriyorum: ''Bir hatır gönül köprüsü döşenmiş bunca yıl içerisinde! Ali'nin hatırı, Veli'nin katırı, Mehmet'in satırı! Ne yapalım kıramıyorum işte!'' dediğimde odadaki herkes gülüyor. ''Yine patlattın espriyi! Şairlik bu işte!'' dediklerinde ben de gülmeye başlıyorum. ''Bu şiirin bestesi ve güftesi bana ait'' diyorum, ''birden aklıma geldi, söyledim. Hani doğaçlama dedikleri bu olsa gerek!''
Adetimdir, ameliyata konsantre olunca telefonla konuşmam. Telefonumu o metalik banka koyarım ve telefon çaldığında teknisyene sorarım: ''Arayan kim?'' O anda çalan telefona bakan teknisyen ''Musiki Derneği'nden Oğuz Yüzer diye birisi arıyor hocam'' dediğinde tebessüm ediyordum. Dudaklarımdan o sözler dökülüyordu: ''Misk yerini belli eder!'' Gözlerimi monitorden Şeref'e çeviriyordum. O da şaşırmıştı. Biliyordu ameliyat sırasında telefonu kulağıma dayatmadığımı... ''Şöyle kulağıma daya da konuşayım'' diyordum...''Hocam davetiyeyi getirdim, ancak poliklinik kapınızın üzerine ''Ameliyat günü'' diye bir ibare gördüm. Davetiyeyi kime bırakayım'' diyordu. Teşekkür ediyorum ve yandaki polkliniğe bırakmasını rica ediyordum. Birkaç ay önce de yine o inceliği göstermişti ve Atakent Müzik Grubu'nun açılış konserine davet etmişti Oğuz bey beni. Orada Seda Gökkadar ve Umut Akyürek hanımefendilerle de tanıştırmıştı beni...
Akşam ameliyattan yorgun argın çıkarken vizitten sonra çıkıyorum hastaneden ve direksiyona geçiyorum. Hava da kararmak üzere. Ruhen ve bedenen yorgunum elbette. Yolda düşünüyorum...''Bu yorgun halimle konsere gitmesem mi acaba!'' İçimdeki öteki ben hemen itiraz ediyor: ''Çok ayıp edersin, olmaz! Gitmen lazım!'' Ve eve varıp yemeğimi yedikten sonra konsere gitmek üzere evden çıkıyorum .Başlamasına yarım saat var... O da ne! Bir de ne göreyim, her zaman gittiğim o salon hınca hınç dolu değil mi! Ne umdum, ne buldum. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum. Boş olan birkaç koltuğa yöneldiğimde her defasında şu cevabı alıyorum ve morarıyorum adeta... ''Dolu, kusura bakmayın, gelecekler!'' Yani yerler ''önceden kapılmış!'' Eee! Boşuna dememişler ''sona kalan donakalır!'' Tam ümidümü kesmişken ve salondan ayrılmaya rakam kamlışken o hanımefendi uzaktan işaret ediyor ve yanındaki boş yeri gösteriyor: ''Gelin burada yer var!'' Hani adeta denizde boğulmak üzere olan ve imdat bekleyen birisine oradan geçen bir gemiden kurtarma halatı atılması gibi birşeydi bu... ''Zeliha hanım çok teşekkür ederim'' diyorum ve derin bir nefes alıyorum.
Biraz sonra konser başlıyor ve Seda Gökkadar o zarif vücut diliyle sahneye geliyor ve seyircileri selamlıyor. Arkada koro elemanları ve de saz ekibi. Gözüm öncelikle kanun sanatçısını arıyor. Ne bileyim ben de bu kanun denilen müzik aletine ruhen kilitlenirim her konserde. Tok sesli sunucu Hakan anons ediyor ve konser başlıyor. ''Bahçemde açılmaz'' adlı şarkının ardından ''Bahar geldi, gül açıldı... Bekledim de gelmedin '' şarkıları icra ediliyor. Öyle bir ahenk var ki koroda. Sanki yıllardır beraber söylüyorlar gibi algılıyor insan. O da ne! Benim adeta dinlemeye bayıldığım o şarkı geliyor... ''Yıldızların Altında.'' O anda içimden şöyle diyorum: ''Yorgunluğumu alan bir neskafe gibi!'' Biraz sonra iyice şaşırıyorum o şarkı çalınınca... Yıldırım Gürses'in o güzel şarkısı: ''Anla artık anla beni!'' Ben ona ''Son Mektup'' diyorum... Güleceksiniz ama bir eğlencede de bana ısrar etmişlerdi karaoke yapmam için. Ben de ''Son Mektup'u söylerim o borazan sesimle, ama bir şartım var, kimse kaçmayacak'' demiştim ve hayatımda ilk karaokemi yapmıştım. Veya ''dinleyenlere ilk işkencemi'' yapmıştım böylece...
Böyle konserler elbette emek ister, azim ister. Öncelikle beyin disiplini ister desek daha uygun olur. Tıpta da öyledir: ''Beyin displini ve fırtınası estirmen lazım!'' Yani kalbi uyaran o ''vagus'' siniri harekete geçmeli...
''Duygu ve şarkı fırtınası bu'' diyorum, dudaklarımdan bu cümleler dökülüyor refleksi olarak...Şu şarkılara baksanıza! ''Kimseye etmem şikayet...Huysuz ve tatlı kadın...Biraz kül, biraz duman...'' Sıra o şarkıya gelince ''Seda hanım nerden biliyordunuz benim bu şarkıya adeta bayıldığımı'' diyorum...''Fikrimden Geceler.'' Ne de güzel sözleri var... ''Neyleyim ki sene çatabilmirem./ Bu aşkı başımdan atabilmirem./ Ayrılık ayrılık, yaman ayrılık/ Her bir dertten ala yaman ayrılık!'' Doğru yazdım değil mi! Ya o kıpır kıpır şarkıya ne demeli! Güzide Kasacı ile adeta özdeşleşen o şarkı...''Benim Adım Çalıkuşu!'' Söyeley sanatçıyı tebrik ediyorum, hakkını vererek icra etti yani...
Konserin ikinci bölümünde Umut Akyürek o özel sesi ile dinleyenleri mest etti desem yeridir. ''Suçlusun Bunda Sen de...Menekşe Gözlerde Hiç Vefa Yokmuş...Sen Benimsin, Ben de Senin...Yalan Gözlerin.''
Salonda kopan o alkış tafanı ne içindi biliyor musunuz! Söyelyeym: Seda ve Hakan'ın yaptığı o düet içindi: ''Rüyalarda Buluşuruz!''
Hayatta hissettiğim ve de gönlümü burkan o psikolojik travmayı söyleyeyim mi! Bir müzik aleti çalamadığım için hep hüzünlenirim yani. Ama müziğe tutkunumdur. Birkaç anımı anlatayım mı? Lizbon'da bir üroloji kongresi vardı yılar önce... Bir gece birkaç aarkadaş geziyorduk. Baktık ki bir müzikholün önündeyiz. Girdik ve onları o müziğini dinledik: Pado mu, Fado mu neyse. Milano'da o meydandayım. Baktım iki sokak şarkıcısı söylüyor. Hemen birkaç avro atıp geçtim ve elimi şarkıcının omuzuna attım ve mırıldanmaya başladım. Budapeşte'de bir kongredeyim. Tepedeki o şatoda yemek yiyoruz. Macar sanatçılarla beraber söylemek için sahneye fırladığımda alkış tufanı kopmuştu. Bükreş'te yine bir kongredeyiz. Orda da şarkılara ve folklore eşlik etmiştim. Hele de Vilnius ve Riga'yı unutmam mümkün değil. Hangi cesaretle sahneye adım atmışsam! Nice'deyim, baktım sokak şarkıcısı o tok sesiyle öyle güzel söylüyor ki..Birkaç avro atıp elimi adamın omuzuna bir atışım vardı ki! St Petersburg'da kongredeyiz. Gecenini saat on ikisinde birak arkadaş geziyoruz. Baktım ki karşı kaldırımda takriben yüz kişilik bir grup şarkı öyleyip eğleniyor. Caddeye kurmuşlar müzik aletlerini. ''Gelin arkadaşlar biz de söyleyip oynayalım'' dediğimde kimseden ses çıkmamıştı. Cep telefonumu ve çantamı arkadaşlardan birine veriyordum. ''Ben oynayacağım ce söyleyeceğim arkadaş. Beni çekin. Bir daha St Petersburg'a nerden geleceğiz sanki'' diyordum.
Bunları müziğe olan aşinalığımı vurgulamak için yazıyorum yani, yanlış anlaşılmasın!
Bir yazı da böylece ortaya çıkmış oldu. Bilmem ki becerebildim mi! Elbette sürç-i lisan eylemişimdir.