PKK adlı bir örgüt var. İllegal bir örgüt. Terör örgütü olduğu tescillenmiş, dünyaca kabullenilmiş, Militanları, silahları, cephaneleri ve barındıkları, eğitim yaptıkları kampları var. Kaçakçılık yoluyla, yasa dışı baskılar yoluyla sağladıkları, orta ölçekli bir devlet bütçesi kadar gelirleri var.
Bu örgütün kurucusu ve lideri var. Halen, İmralı adasında. Yakalandıktan sonra yargılanıp aldığı cezasını, sözde hükümlü olarak çekiyor. Kendisinin vekilleri, yardımcıları var. Ondan aldıkları talimatları yerine getiriyorlar.
Bu örgütün bayrağı, amblemi var. Renkleri, özel giysileri var.
Otuz yıldır düzenledikleri sayısız insanlık dışı kanlı eylemler, baskınlar var. Yakılan, yıkılan köyler şehirler, araçlar, tesisler var. Yaşamlarını yitiren suçsuz insanlar, bebekler var. Askerlerimiz, şehitlerimiz var.
Anayasa var. Anayasaya edilmiş yeminler var. Bağlı kalacağına namusu üzerine söz verenlerin arasında, karşı gelip suç işleyenler var. Ama uygulama yok.
PKK’ nın propagandasını yapmak, bayrağını asmak, taşımak suçu vardı. Örgüt üyesi olma yasağı vardı. Ne olduysa oldu bu yasaklara hoşgörüyle yaklaşılır oldu. Güvenlik güçleri, onların yaptıkları her tür gösteride salladıkları paçavralarını, açtıkları hapisteki bebek katilinin posterlerini sadece seyreder oldular. Ne Su sıkıyor ne de biber gazı. En büyük ve son örneğini nevruz günü Diyarbakır’da yaşadık. Adına da Barış süreci deniliyor.
Hoşgörünün de bir yasal dayanağı olmalıydı. Onu da hallettiler. Demokratikleşme, özgürleşme kılıflarına büründürdükleri ve reform olarak sundukları yargı paketlerinin dördüncüsünü meclisten geçirdiler.
Artık örgüt propagandası yapmak serbest, yasak değil. Örgüt adına suç işleyenler, örgüt üyesi olarak cezalandırılamayacak. Daha önce tutuklanan ve yargılamaları süren KCK ‘lılar serbest kalacak. BDP milletvekillerinin dokunulmazlık fezlekeleri düşecek.
Şimdi bir başka sayfa açalım, bakalım orada neler var, neler yok. İstanbul’un 70 km. batısında bir ilçesi var. Plajları, yazlık evleriyle İstanbul’un sayfiye beldesi. Burada bir de Adalet Bakanlığı’nın Kampüsü var. Etrafı tel örgü ile çevrili, tutukevleri, duruşma salonları ve diğer tesisleriyle ön plana çıktı. Silivri’nin sahili, plajları, villaları unutuldu.
Silivri’de, bu kampüste bir de özel mahkeme var. Son yıllarda en çok onunla anılmasına Silivrililer çok üzülüyor. Mahkemenin yargıcı, savcısı var. Ama adaleti yok, orada hukuk yok.
Mahkemede görülen Ergenekon davası var. Neden bu adla anılıyor? Çünkü dava konusu Ergenekon Terör Örgütü. Binlerce sayfalık iddianamesinde milyonun üzerinde belge olan dosyasında böyle bir örgütün varlığını gösteren tek bir satır ve kanıt yok.
Yeni Ergenekon terör örgütü hem var, hem de yok. Ama bu örgüt üyesi oldukları iddia edilen tutuklular var. İçlerinde kimler yok ki? Bilim adamları, profesörler, kalemini yağa batırmamış ve satmamış gazeteciler, seçilip meclise giremeyen milletvekilleri. Askerler, komutanlar. Esas teröristlerle savaşmış komutanlar.
Hiçbirisinin katıldığı ve gerçekleştirdiği bir tek darbe eylemi yok. Ama ortada planlar, gizli tanık ifadeleri, hukuken kanıt olmayacak dökümanlar çok.
Kanlı terör örgütü liderinin misafir edildiği İmralı’da yok yok. Televizyonu, radyosu, jimnastik aletleri. Bir dediği iki olmuyor. Sağlığına çok özen gösteriliyor. Hapşırsa doktoru müdahale ediyor.
Oysa Silivri’dekilerin çoğu yaşlı ve hasta. İçlerinde ağır kalp rahatsızlıkları başta olmak üzere yoğun bakım isteyen sağlık sorunları yaşayanlar var. Ama onları anında bakacak ne bir uzman doktor ve ekip ne de donanım var.
Suyun bile sınırlı kullanıldığı daracık hücrelerinde günleri, ayları aştı yıllarını dolduruyorlar. Daha geçen hafta dünyaca ünlü, başarıları ile insanlara, ülkesine ve dünyaya büyük hizmetler yapmış bilim adamımız Prof. Dr. Mehmet Haberal, dördüncü yılını doldurdu. Bu nedenle yaptığı açıklamayı okuyup vicdanı sızlamayan acaba var mı? Vicdanı yok olanlar hariç
Varları yok, yokları var edenler… unutmayın ki bir zaman gelecek, sizden söz ederken “bir varmış, bir yokmuş” diye başlanacak.