Televizyonda reklamını gördüğü sebze ayıklama ve doğrama makinesini, verilen telefon numarasından sipariş etti. Bir hafta sonra ödemeli olarak gelen paketi heyecanla aldı ve açtı.
Makine, kutu büyük olmasın diye parçalara ayrılmış yani demonte haldeydi. İçinden bir de kitapçık çıktı. Heyecanla ve dikkatle kullanma kılavuzunu okuyarak parçaları takıp takıştırmaya başladı.
Fakat bir türlü olmuyordu. Parçalar yerlerine oturmuyor, makine de çalışır hale gelmiyordu. Saatler geçti. Bunalmıştı, cep telefonu çaldı. Komşusu kahve içmeye çağırıyordu. Çalışma masasını olduğu gibi bırakıp, evi terk etti.
Hoş sohbet, dedikodu, biraz rahatlamıştı, vakit te epey ilerlemişti. Eve geri döndü. Bir de ne görsün. Masa üzerindeki makine kurulmuş, çalışmaya hazır, hatta denenmişti bile. Bunu beceren o gün ev temizliğine gelen genç kadından başkası değildi. Evin hanımı yarı şaşkın, yarı kızgın “nasıl yaptın bunu” diye sordu. Aldığı yanıt;
“Vallahi hanımım, benim okumam yazmam yok. Onun için kafamı kullanmak zorunda kaldım.”
Bir ülkedeki, bir toplumdaki okur-yazar sayısı, o toplumun kültür düzeyini belirleyen kriterlerden biridir. Batı ülkelerinde bu oran yüzde yüzlere yakındır. Cumhuriyet öncesi, devrim karşıtı bazı çevrelerce spekülatif tartışmalar yaratılsa da, okur yazar oranı çok düşüktü. 1927 de yapılan ilk ciddi sayıma göre %10,5.
Harf devrimi ve okuma yazma seferberliği kapsamında bu oran hızla yükselmeye başlamış ve 1935 de %19,25 e çıkmıştır. 2000 yılına geldiğimizde durum % 87,32 .
Sadece okur-yazar oranının yüksekliği kültür seviyesini belirlemez. Yabancı dil bilmeyen okur-yazar birine İngilizce veya Fransızca bir metin verin. O parçayı yazıldığı gibi okumaya çalışır. Ama okuduğundan ne kendisi ne de bir başkası bir şey anlar.
Binlerce Kur’an Kursu var. Nerede olursanız olun, en fazla dört beş yüz metre ötenizde bir tane mutlaka vardır. Buralarda ne öğretilir? Arap alfabesi ve Arap harfleriyle yazılı Kur’an’ı Arapça olarak okumak. Bu yeteneği kazanan gence sorsanız ne anlıyorsun okuduğundan diye, yanıt alamayacaksınız.
Konuştuğu dilde bilimsel bir makaleyi okuyup anlamak için o konunun uzmanı olmak gerekir. Ama herkese hitap eden sıradan bir yazıyı, hikayedeki kadın gibi aklını kullanmadan okuyan anlamıyorsa, onun hoş görülecek bir yanı yoktur.
Fazla gazete okuyanımız yok. Basının durumu ortada. Gerçekleri çarpıtmadan, yansız olarak yazanı bulmak oldukça zor. Öyle başlıklar ve öyle yazılar ön sayfalarda yer alıyor ki aklını kullanmadan okuyan, bu da olur mu demeden inanıyor, kabulleniyor. Ondan sonra ağızdan ağıza yayılıyor. Veya yazılanın tamamen tersini anlıyor. Onun üzerine kendi yorumunu da ekleyerek etrafına anlatıyor.
Anlamak için okuyalım, bunun yolu da aklı kullanmaktan geçiyor. Aklı kullanabilmek için de bilgi sahibi olmak gerekiyor. Bilgi de okumakla elde edilir. İkisi birbirini tamamlar.