O ahbabım o yemek davetini yaparken bir yandan da tebessüm ediyordu. Gözgöze gelmiştik bir an ve sonra anlamlı bir sessizlik...Belki de ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk o an... Zira Serkan ile yıllardır bir gönül beraberliğimiz söz konusu... Sessizliği Serkan bozuyordu... 'Abi o akşamki yemekte seni de aramızda görmek isteriz. Geçenlerde de yine gelmemiştin!'' Tebessüm ediyordum, biliyordum hayır demenin nezaket kurallarını zorlamak olduğunu...Hani bir de gönül incitmek var ya! O söze de çok değer ve önem veririm... ''Davet edildiğin yere erinme, davet edilmediğin yere yerinme!'' Asırların süzgecinden süzülüp gelen bu sözlerdeki inceliği görebiliyor musunuz! Bir de derler ki ''teklifsiz giden mindersiz oturur!''
            Şimdi o ince ve benim açımdan da kritik soruyu nasıl soracaktım Serkan'a... Sanki benim düşüncelerimi okurcasına karşı atağı o yapıyordu: ''Abi biliyorum gelmekte niye tereddüt ettiğini!'' Yine öylece bakıyordum, henüz cevap vermemiştim ve cevabı yumuşatma planları yapıyordum. ''Ne gibi Serkan?'' Ayağa klakıyordu... 
            ''Mutlaka soracaksın yine!''
            ''Neyi?''
            ''Biliyorum diyeceksin ki 'Ebuzittin de geliyor mu?' Değil mi!''
            Takılıyorum... ''Serkan sende düşünce okuma cihazı var galiba! Altıncı his veya feraset mi desek buna yoksa!'' Gülüyor... ''Abi seni yirmi senedir tanıyorum. Yani biraz da bileyim yani!''
            Omuzuna dokunuyorum... ''Serkan aynen tahmin ettiğin gibi... Saklamanın ne alemi var. Ebuzittin'in olduğu bir ortama gelmek bana zül geliyor inan. Hani toplumda 'çekilmez insanlar' vardır ya... Cevap versen bir bela, vermesen seni uysal koyun yerine koyuyorlar. En iyisi mi öylelerine bulaşacağına çalıyı dolaş!'' Yüzünde tikler oluşuyor o an... ''Abi 'çalıyı dolaş'ın baş kısmını kestin makasla. Ama ben biliyorum. Neyse, evet Ebuzittin'i de davet ettim. Keşke bunu önceden düşünebilseydim. İstersen bu yemeği iptal ettiğimi söyleyeyim kendisine. Başka bir güne ayarlayayım ve onu çağırmayayım!'' İtiraz ediyorum... ''Sakın iptal etme, ayıp olur, ama beni geldi say!'
            Bakışlarını üzerime doğrultuyor...''Abi sen cemiyet adamıydın, son zamanlarda sana birşeyler mi oldu! Halbuki böyle yemeklere hep gelirdin!''... ''Serkan'' diyorum, ''insanlarla uğraşmak meğer beni yormuş! Biraz da münzevi bir hayat yaşamak istiyorum inan! Ama becerebilir miyim, işte onu bilemiyorum!''
            Belli ki cümleyi tam anlayamamıştı... ''Münzevi ne abi?''
            Gülüyorum... ''Yani inzivaya çekilmiş demek. Bak sakın bu sefer de 'inziva ne' diye sorma! Bak diğer şekilde ifade etsem anlayacaktın!''
            ''Nasıl yani?''
            ''Nasılı şu: Sedanter hayat veya izole hayat tarzı!''
            Başını sallıyor...''Abi kelime hazinen de bayağı kuvvetli!'' 
            ''Yok canım'' diyorum, ''işte birden aklıma geldi. Bak sana sevdiğim o şiiri söyleyeyim mi!''
            ''Söyle!''
            ''Gurbetten gelmişim yorgunum hancı
            Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...
            Aman karanlığı görmesin gözüm,
            Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş...''
            Tebessüm ediyorum... ''Yani dingin bir hayat en güzeli diye karar verdim kendi kendime. Biliyorsun Ebuzittin farklı bir karaktere, mizaca sahip bir arkadaş...Kötü demeye hakkım yok ki...Geçenlerde caddede gördüm, karşıdan geliyordu. Hemen refleksi bir hamle yapıp yolumu değiştirdim ve ara sokağa  saptım. Aslında 'kaçtım' desem yeridir. Adam beni yormuş gerçekten!''
            ''Yani çalıyı dolaştın abi!''
            ''Artık adına ne dersen de...Yani hayattan bezmiş değilim, ama böyle insanlarla karşılaşınca şairin o sözü aklıma gelir: 'Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu'...''

            ''Abi sahi şimdi aklıma geldi. Bu Temmuz'da seni  aradığımda ulaşamamıştım ve birkaç saat sonra sen beni arayıp Allahuekber  Dağları'nda olduğunu söylemiştin!''
            ''Aynen'' diyorum, ''kafamı boşaltmak, doğanın sesini dinlemek ve açıkçası insanlardan kaçmak için dört günlüğüne kendimi  dağlara vurmuştum Serkan. Dağda birçok yerde de telefon çekmiyordu!''
            ''Yanında olmak isterdim!''
            ''Serkan gerçekten kafamı dinlendirmeye ihtiyacım varmış demek ki! Aslında bazen teknolojiden uzak  bir yaşama şeklini denemek de insanın beynini dinlendiriyor biliyor musun... Hani diyeceksin ki böyle münzevi bir hayatı çok mu seviyorsun! Hayır, elbette teknolojinin nimetlerinden uzak kalmam mümkün değil, ama bir süreliğine dağlara kaçmak da gerekiyor.  Hani 'şehrin uğultusundan bunalmış ruhumuzun' da dinlenmeye ihtiyacı yok mu!''
            ''Hatırladım'' diyor, ''bana o çiçekli vadide çekildiğin resmi de gödermiştin. Keşke ben de orada olsaydım diye düşünmüştüm!''
            ''Serkan'' diyorum, ''hiç üşenmedim, dağda rastladığım çobanlarla bir sohbet edişim vardı ki!''
            ''Telefon çekmiyordu demiştin.''
            ''Aynen öyle... Böyle olunca zamandan kopuyorsun, kendini rüzgarın esintisine bırakıyorsun o dağlarda... Hani zamanında gezeceksin. Birgün gelir ki ayakların yürümez olur. Derler ya 'göle su gelinceye  kadar kurbağanın gözü şişer'.... İşte o misal...''
            Ve birkaç gün sonra telefonum çalıyor... Hal hatır faslından sonra Serkan anlatıyor... ''Abi o akşamki yemeğe iyi ki gelmemişsin. Ebuzittin kafayı bulunca masadaki biriyle öyle bir ideolojik tartışmaya girdi ki! Sonra başladılar  yumruklaşmaya... İnan rezil olduk!''
            ''Bak'' diyorum, ''yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var ... Karga ile oturanın yeri çöplüğün başıdır!''