İki gün önce Cumhuriyetimizin kuruluşunun 89. yılını kutladık. Nereden nereye geldiğimizi anlayabilmek için kuruluşun ilk günlerine bir bakalım. Bunu bize en gerçekçi bir görüşle Atatürk anlatıyor.
Cumhuriyetin ilanının hemen ertesi günü, 30 Ekim 1923’te İnönü’ye bir mektup gönderir. Söze Cumhuriyetin ilk Başbakanı olarak onu düşündüğünü belirterek başlar. İnönü baş delege olarak Lozan’da çok sıkıntı çekmiştir. Karşısındaki büyük devletler bir taraftan, içeride meclis ve hükümetteki muhalifleri diğer yandan onu çok yormuşlardır.
Onu daima desteklemiş olan Atatürk bunu çok iyi bildiğinden itiraz etmemesini ister. Niye kendini seçtiğini de şöyle açıklar:
“….Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü cephe komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun.”
Genel durumun, bildiğinden daha acıklı olduğunu da şu şekilde anlatır:
“Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil denizciliğimiz acınacak durumda. Her tarafta tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunun dışardan getiriyoruz. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. pek az şehirde eczane var. 3 milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830, yanan bina sayısı 114.408 ülkeyi nerdeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz.”
“Bu zor durumdan nasıl çıkabileceğimizi gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yıkılmamak, ucuz geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmaz, ilerlemek, çağdaşlaşmak bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.”
İşte böyle bir yıkıntı üzerinde ve yokluklar içinde yeni bir devlet kurulmuştu. Pırıl pırıl bir cumhuriyet. Türkiye Cumhuriyeti. Çorak Anadolu toprağında, Ankara’nın tozlu yollarında, kiremitsiz çatılarının altında doğan ve damarlarında asil bir ulusun kanı dolaşan bu çocuk nasıl gelişecek ve büyüyecekti?
O gün bunu sağlayacak, elde var olan sadece dört değer vardı: Umut, İnanç, Liyakat (Yeterlilik) ve Azim (kararlılık)
İnsanlar esaretten, bir ulus yok olmaktan kurtulmuştu. Özgürlüğüne kavuşmuştu. Geleceğine umutla bakıyordu. O, sen zor günlerde, her şeyin bittiği sanıldığı anlarda bile umudunu yitirmemiş savaşa devam etmiş ve kazanmıştı.
Bu savaşı kazandıran liderine, komutanlarına inanıyordu. Tüm inancıyla onları destekliyor, peşlerinden gidiyordu. Alınan kararların iyi niyetinden, yapılanların kendi ve ülke yararına olduklarından hiç kuşku duymuyordu.
Her işin başına, yönetici kadrolara, o alanda bilgi ve yeteneği olan başarılı olabilecek kişiler atanıyordu. Yetişkin eleman bulunmayan konularda yetiştirilmek üzere dış ülkelere yetenekli gençler gönderiliyordu.
Bütün bu ilkelerin itici gücü kararlılıktı. Engelleri aşmaktaki birlik ve beraberlikti. Yeni devlet sistemi ve getirilen yenilikler bazı çevrelerin işine gelmiyordu. Onların karşı koymaları ve engellemeleri ödün verilmeksizin, kararlılıkla aşıldı. Kısa zamanda çok işler yapıldı.
Doksan yıl sonra bugün Cumhuriyetimizin kuruluşuna karşı çıkanlar seslerini daha yüksek çıkarmaya başladılar. İlkeleri ve kurumları teker teker yıpratarak yok etmeye çalışıyorlar.
Ne yazık ki , bu kötüye gidişi durduracak, kuruluşta var olan değerleri bugün göremiyoruz. Umut gittikçe azalıyor. Yarınlara kuşkuyla bakıyoruz.
İş başındakilere seçimle gelseler de yine güvenemiyoruz. İnancımız tam değil. Atanmışlardan işinin uzmanı olan yetenek sahibi, dürüst olanını ara ki bulasın. Koltuk, makam sahibi olmak için tek ölçüt, bizden birisi, olmak Toplum her alanda bölünmüş durumda. Birlik beraberlik söz konusu değil. Kılık kıyafetten tutun konuşma ve yaşam şekillerine kadar ayrışmış durumdayız. İyiye doğruya nasıl yöneleceğimiz konusunda yol haritamız yok. Suskun, kararsız beklenti içinde, kutlama yerine, coşkulu günlerin özlemini duyuyoruz. En yakın bir zamanda olması dileği ile.
- - - -